Bilim Dini Yok Etmelidir
Ne yazık ki, ilahi bir kaynağa dayanıyormuş gibi görünen birçok kitap mevcut ve her birinin, nasıl yaşamamız gerektiği hakkında birbiriyle çelişen istemleri bulunmakta.
İyi niyetli birçok insanın ekümenik çabalarına rağmen, birbiriyle çelişen bu dinsel bağlılıklar, hâlâ inanılmaz boyutta fikir ayrılığına sebep olmaktadır.
Bu duruma karşın çoğu duyarlı insan, “dini hoşgörü” olarak adlandırılan bir şeyi savunmakta. Elbette dini hoşgörü, din savaşından daha iyidir ancak hoşgörünün de kendine ait birtakım sorumlulukları vardır. Dinsel düşmanlığı tetiklemeye yönelik korkumuz bizi, artık mantıksızlığı gün gibi ortada olan ve gittikçe uyumsuz hale gelen fikirleri eleştiremez hale getirdi. Bu korku aynı zamanda bizleri, dini inanç ve bilimsel akılcılığın birbiriyle bağdaştığı konusunda kendimize –defalarca ve fütursuzca- yalan söylemeye mecbur bırakmakta.
Din ve bilim arasındaki bu uyuşmazlık doğaldır ve (neredeyse) sıfır-toplamlıdır[1]. Bilimin başarısı, sıklıkla dinsel dogmalara zarar vermeyi; dinsel dogmaların sürdürülebilmesi ise, daima bilime zarar vermeyi gerektirir. Artık beşeri araştırmaların temel bir gerçeğini kabul etmek zamanıdır: kişinin, inandığı şey için iyi nedenleri ya vardır ya da yoktur. İyi nedenleri olduğunda, kişinin inancı, dünyayı daha iyi anlamamıza katkı sağlar. Bu noktada bizlerin, “pozitif” ve “sosyal” bilimler arasında veya bilim ile tarih gibi diğer kanıta dayalı disiplinler arasında ayrım yapmamıza gerek yok. 7 Aralık 1941’de, Japonların Pearl Harbor’u bombaladığına inanmak için çok iyi nedenler var. Dolayısıyla, aslında bu bombalamayı Mısırlıların yaptığı düşüncesi, inandırıcılıktan yoksundur. Aklı başında her insan, tarihsel gerçeklerin belli sorularına karar kılmak adına sadece inanca bel bağlamanın ahmakça ve gülünç olacağının farkındadır; ta ki konu, İncil ve Kuran gibi kitapların kökenine, İsa’nın dirilişine, Muhammed’in Cebrail ile yaptığı sohbetlere veya beşeri cehalet sunağına hala doluşmakta olan diğer kutsanmış araklamaların herhangi birine gelene kadar.
En geniş anlamda bilim, kendimiz ve dünya hakkında tüm akla yatkın bilgi iddialarını içerir. Şayet İsa’nın bir bakireden doğduğuna veya Muhammed’in kanatlı bir atla cennete uçtuğuna inanmak için elimizde iyi nedenler olsaydı, zorunlu olarak bu inanışlar, evreni rasyonel bir şekilde tanımlayışımızın bir kısmını oluştururdu. İnanç, nedenler yetersiz kaldığında, dindar insanların birbirlerine bu gibi önermelere inanmaları için verdikleri bir ruhsattan fazlası değildir. Bilim ve din arasındaki fark, yeni bir bulgu ve argümanı hissiyata kapılmadan değerlendirme arzusu ile ihtiraslı bir şekilde buna kapalı olma arasındaki farktır. Ayrım, bundan daha açık veya bundan daha önemli olamaz; hal böyleyken bu her yerde göz ardı edilen bir şey, hayal aleminde bile.
Din, ortaya çıkan küresel, sivil bir toplum ile hızlı bir şekilde uyumsuz hale gelmektedir. Dini inanç – hangi isimle anıldığını umursayan bir tanrının var olduğuna; kitaplardan birinin mutlak doğru olduğuna; İsa’nın, yaşayanları ve ölüleri yargılamak için dünyaya geleceğine; Müslüman şehitlerin doğruca cennete gideceklerine yönelik inançlar gibi-, giderek yükselen fikirler savaşının yanlış tarafındadır. Bilim ile din arasındaki fark, 21. yy’da beşeri sorgulamanın getirdiklerine gerçek bir açıklıkla bakmak ile prensip meselesi diyerek benzer sorgulamayı erkenden sonlandırmak arasındaki farktır. Sanıyorum ki, önümüzdeki yıllarda akıl ve inanç arasındaki bu zıtlık, daha da yayılarak inatçı bir şekilde büyüyecek. (Tanrı, ruh, günah, özgür irade gibi şeylere dair) Demir Devri[2] inançları, tıbbi araştırmalara sekte vurmaya ve kamu düzenini bozmaya devam edecek. İncil’in kehanetlerini ciddiye alan bir ABD Başkanı’nı seçmemiz ihtimali gerçek ve dehşet verici; tıpkı, günün birinde nükleer veya biyolojik silahlarla kuşanmış İslamcılarla karşı karşıya kalacağımız ihtimalinin dehşet verici olması gibi; ve bu ihtimal her geçen gün büyümekte. Entelektüel söylemlerimizin çıtasına baktığımızda, bu gibi olasılıkların önüne geçmek adına çok az şey yapıyoruz. Çoğu bilim adamı, kendi çağlarının tüm gerçeklerini kullanarak eski çağa ait çirkin kurguları yok etmek yerine, dinsel hoşgörü adına suskunluğunu korumaya devam ediyor.
Söz konusu fikir savaşını kazanmak için bilim adamlarının ve diğer aklıselim insanların, ahlakbilim ve ruhsal deneyimler hakkında konuşmak için yeni yollar bulmaları gerekecek. Bilim ve din arasındaki fark, dünya hakkındaki sohbetlerimizden ahlaki sezgilerimizi ve sıra dışı bilinç hallerimizi çıkartıp atma meselesi değildir; mesele, bunların temeli üzerinde bir sonuca varmak için neyin akılcı olduğu hakkında çok katı oluşumuzdur. Bizler, duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamak için, mantıksızlığın sefil kucaklamasını gerektirmeyecek yollar bulmalıyız. Bizler, ritüellerin gücünü kavramayı ve her insanın hayatında –doğum, evlilik, ölüm gibi- derinlik gerektiren geçişleri dikkate almayı, kendimizi gerçekliğin doğası hakkında kandırmadan öğrenmeliyiz.
Şu konuda umutluyum ki, düşüncelerimizde gerekli olan dönüşüm, kendi yetişkinliğimizi bilimsel olarak kavrayışımızla gerçekleşecektir. İnsanoğlunu daha sevgi dolu, daha korkusuz ve kozmosdaki görüntümüzün gerçekliği ile cezp edilmiş kılmanın güvenilir yollarını bulduğumuzda, bölücü dini efsanelere hiç ihtiyacımız kalmayacak. İşte ancak o zaman, kendilerinin Hıristiyan, Yahudi, Müslüman veya Hindu olduklarına inanmaları için uyguladığımız çocuk yetiştirme pratiğinin, saçma sapan bir müstehcenlik olduğu uzun uzadıya fark edilecek. Ve işte ancak o zaman, dünyamızın en derin ve en tehlikeli yaralarını tedavi etme şansımız olacak.
Din ve bilim arasındaki bu uyuşmazlık doğaldır ve (neredeyse) sıfır-toplamlıdır[1]. Bilimin başarısı, sıklıkla dinsel dogmalara zarar vermeyi; dinsel dogmaların sürdürülebilmesi ise, daima bilime zarar vermeyi gerektirir. Artık beşeri araştırmaların temel bir gerçeğini kabul etmek zamanıdır: kişinin, inandığı şey için iyi nedenleri ya vardır ya da yoktur. İyi nedenleri olduğunda, kişinin inancı, dünyayı daha iyi anlamamıza katkı sağlar. Bu noktada bizlerin, “pozitif” ve “sosyal” bilimler arasında veya bilim ile tarih gibi diğer kanıta dayalı disiplinler arasında ayrım yapmamıza gerek yok. 7 Aralık 1941’de, Japonların Pearl Harbor’u bombaladığına inanmak için çok iyi nedenler var. Dolayısıyla, aslında bu bombalamayı Mısırlıların yaptığı düşüncesi, inandırıcılıktan yoksundur. Aklı başında her insan, tarihsel gerçeklerin belli sorularına karar kılmak adına sadece inanca bel bağlamanın ahmakça ve gülünç olacağının farkındadır; ta ki konu, İncil ve Kuran gibi kitapların kökenine, İsa’nın dirilişine, Muhammed’in Cebrail ile yaptığı sohbetlere veya beşeri cehalet sunağına hala doluşmakta olan diğer kutsanmış araklamaların herhangi birine gelene kadar.
En geniş anlamda bilim, kendimiz ve dünya hakkında tüm akla yatkın bilgi iddialarını içerir. Şayet İsa’nın bir bakireden doğduğuna veya Muhammed’in kanatlı bir atla cennete uçtuğuna inanmak için elimizde iyi nedenler olsaydı, zorunlu olarak bu inanışlar, evreni rasyonel bir şekilde tanımlayışımızın bir kısmını oluştururdu. İnanç, nedenler yetersiz kaldığında, dindar insanların birbirlerine bu gibi önermelere inanmaları için verdikleri bir ruhsattan fazlası değildir. Bilim ve din arasındaki fark, yeni bir bulgu ve argümanı hissiyata kapılmadan değerlendirme arzusu ile ihtiraslı bir şekilde buna kapalı olma arasındaki farktır. Ayrım, bundan daha açık veya bundan daha önemli olamaz; hal böyleyken bu her yerde göz ardı edilen bir şey, hayal aleminde bile.
Din, ortaya çıkan küresel, sivil bir toplum ile hızlı bir şekilde uyumsuz hale gelmektedir. Dini inanç – hangi isimle anıldığını umursayan bir tanrının var olduğuna; kitaplardan birinin mutlak doğru olduğuna; İsa’nın, yaşayanları ve ölüleri yargılamak için dünyaya geleceğine; Müslüman şehitlerin doğruca cennete gideceklerine yönelik inançlar gibi-, giderek yükselen fikirler savaşının yanlış tarafındadır. Bilim ile din arasındaki fark, 21. yy’da beşeri sorgulamanın getirdiklerine gerçek bir açıklıkla bakmak ile prensip meselesi diyerek benzer sorgulamayı erkenden sonlandırmak arasındaki farktır. Sanıyorum ki, önümüzdeki yıllarda akıl ve inanç arasındaki bu zıtlık, daha da yayılarak inatçı bir şekilde büyüyecek. (Tanrı, ruh, günah, özgür irade gibi şeylere dair) Demir Devri[2] inançları, tıbbi araştırmalara sekte vurmaya ve kamu düzenini bozmaya devam edecek. İncil’in kehanetlerini ciddiye alan bir ABD Başkanı’nı seçmemiz ihtimali gerçek ve dehşet verici; tıpkı, günün birinde nükleer veya biyolojik silahlarla kuşanmış İslamcılarla karşı karşıya kalacağımız ihtimalinin dehşet verici olması gibi; ve bu ihtimal her geçen gün büyümekte. Entelektüel söylemlerimizin çıtasına baktığımızda, bu gibi olasılıkların önüne geçmek adına çok az şey yapıyoruz. Çoğu bilim adamı, kendi çağlarının tüm gerçeklerini kullanarak eski çağa ait çirkin kurguları yok etmek yerine, dinsel hoşgörü adına suskunluğunu korumaya devam ediyor.
Söz konusu fikir savaşını kazanmak için bilim adamlarının ve diğer aklıselim insanların, ahlakbilim ve ruhsal deneyimler hakkında konuşmak için yeni yollar bulmaları gerekecek. Bilim ve din arasındaki fark, dünya hakkındaki sohbetlerimizden ahlaki sezgilerimizi ve sıra dışı bilinç hallerimizi çıkartıp atma meselesi değildir; mesele, bunların temeli üzerinde bir sonuca varmak için neyin akılcı olduğu hakkında çok katı oluşumuzdur. Bizler, duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamak için, mantıksızlığın sefil kucaklamasını gerektirmeyecek yollar bulmalıyız. Bizler, ritüellerin gücünü kavramayı ve her insanın hayatında –doğum, evlilik, ölüm gibi- derinlik gerektiren geçişleri dikkate almayı, kendimizi gerçekliğin doğası hakkında kandırmadan öğrenmeliyiz.
Şu konuda umutluyum ki, düşüncelerimizde gerekli olan dönüşüm, kendi yetişkinliğimizi bilimsel olarak kavrayışımızla gerçekleşecektir. İnsanoğlunu daha sevgi dolu, daha korkusuz ve kozmosdaki görüntümüzün gerçekliği ile cezp edilmiş kılmanın güvenilir yollarını bulduğumuzda, bölücü dini efsanelere hiç ihtiyacımız kalmayacak. İşte ancak o zaman, kendilerinin Hıristiyan, Yahudi, Müslüman veya Hindu olduklarına inanmaları için uyguladığımız çocuk yetiştirme pratiğinin, saçma sapan bir müstehcenlik olduğu uzun uzadıya fark edilecek. Ve işte ancak o zaman, dünyamızın en derin ve en tehlikeli yaralarını tedavi etme şansımız olacak.
KAYNAK : Sam Harris, Huffington Post
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.