Demokrat Parti Niçin Demokrat Değildi?
Sevgili okurlarım, resmi tarihin saptırdığı en önemli
konulardan biri, yakın tarihimizde Demokrat Parti'nin ve Adnan Menderes'in
rolüdür.
Bunun iki nedeni vardır:
Birinci olarak, Demokrat Parti'nin iktidardan düşürülüşünden
sonra iktidara gelen hükümetler onun devamı oldukları için, nesnel değil, öznel
(sübjektif) bir değerlendirme yapmışlar ve hem Demokrat Parti'yi hem de
Menderes'i gerçeklere uygun olmayan bir biçimde yüceltmişlerdir.
Aynı yüceltme saptırması bir ölçüde Celal Bayar için de söz
konusudur.
Demokrat Parti kapatıldıktan sonra kurulan Adalet Partisi
(AP), o da 1980 darbesiyle kapatıldıktan sonra kurulan Doğru Yol Partisi (DYP)
doğrudan doğruya DP' nin devamıdırlar.
Süleyman Demirel, Tansu Çiller ve (bir ölçüde) Mehmet Ağar,
Menderes'in halefleridir.
Tabii Demokrat Parti'nin devamı olan partilerin sürekli
iktidarda olmaları, "resmi tarih" görüşünü de etkilemiş, Menderes'i,
bu liderlerden birinin tanımıyla, bir "Demokrasi şehidi" mertebesine
yükseltmiştir.
İkinci neden, Menderes'in (Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte) idam edilmiş olmasıdır.
Hiç kuşkusuz bir "siyasal cinayet" niteliği taşıyan
bu idam, kamuoyunda Menderes'e bir "mazlum" kimliği kazandırmış ve hatta
onu bir "şehit" mertebesine yükseltmiştir.
Menderes'in ve arkadaşlarının idamı hiç kuşkusuz yanlış ve
haksız bir eylem, yukarda da belirttiğim gibi "siyasal bir
cinayettir"; ama bu haksızlık onun demokrasiyi rafa kaldırmış olduğu
gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır.
Demokrat Parti iktidarının yaptıklarını çok kısaca
anımsarsak, demokratik bir rejimin olmazsa olmaz koşulu olan muhalefet hakkını
kısıtlamış, Cumhuriyet Halk Partisi'nin mallarına el koymuş, başta basın
özgürlüğü olmak kaydıyla bütün temel hak ve özgürlükleri sınırlamış ve
kısıtlamış, hapishaneleri gazetecilerle doldurmuş, üniversitelerdeki bilim
özgürlüğüne müdahale etmiş, "ispat hakkı" isteyen basın ile "İsmail
Hakkı mı, o da ne?" diyerek alay etmiş, kendisine oy vermeyen Kırşehir
ilini ilçe yapmış, işçi haklarını ve sendikacılığı bastırmış, ülkedeki bilim,
sanat ve edebiyat yaşamını anti-komünizm baskısı altına alarak özellikle
kısıtlamış ve demokratik bir rejimde olmaması gereken daha düzinelerce
sınırlama ve kısıtlamayı uygulamaya koymuştur.
"Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm,"
diyerek milletvekillerini nasıl bir gözle gördüğünü ifade etmiş, partisinin
Meclis grubunda, "Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz,"
diyerek, laik ve demokratik rejime inançsızlığını dışa vurmuş, üniversite
hocalarına, "Kara cüppeliler," orduya "Battal Gazi ordusu"
ve "Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim," diyerek,
üniversiteyi ve orduyu aşağılamıştı.
Said Nursi'nin elini öperek, siyasetini, din istismarı
üzerinden götürdüğünün işaretlerini vermişti. En sonunda da sivil bir hükümet
darbesi yaparak, Meclis'te kurduğu bir komisyon aracılığıyla demokratik rejime
hukuken son vermiştir; bu anlamda 27 Mayıs askeri ihtilali, Menderes'in sivil
darbesine karşı "demokrasiyi korumak için" yapılan bir karşı eylemdir
ve ne yazık ki, siyasal nitelikli idamlarla ve askerlerin yönetime
müdahalelerinin yolunu açmış olmakla, çok olumsuz sonuçlar da doğurmuştur.
Menderes'in Meclis'te "yargı yetkileriyle
donatarak" kurduğu Tahkikat Komisyonu, 15 milletvekilinden oluşuyordu. Hem askeri hem de sivil yargılama usullerini
kullanmaya, yani hem askerleri hem de sivilleri yargılamaya yetkili kılınmıştı.
Böylece Anayasa'nın en önemli hükmü olan yasama ve yargı
organları arasındaki ayrılık ilkesi ihlal edilmiş oluyordu.
Bu komisyon, hem savcı hem de yargıç görevi yapacaktı.
Yani hem suçlayacak, hem de karar verecekti.
Kararlarının temyizi yoktu, Komisyon'un verdiği hükümler
kesindi.
Komisyonu'nun görevi ise "Muhalefetin rejim aleyhtarı
faaliyetlerini" araştırmaktı; Cumhuriyet Halk Partisi yargılanacak ve
(büyük bir olasılıkla) kapatılacaktı bu Komisyonda.
Bu komisyonun kurulma gereği nereden kaynaklanmıştı?
1960 yılına gelindiğinde, Demokrat Parti iktidarı iyice
yıpranmıştı.
1950 seçimlerinde aldığı ve 1954 seçimlerinde yükselttiği
yüzde 50'nin üzerindeki oy oranı, erken yapılan 1957 seçimlerinde yüzde 50'nin
altına düşmüştü.
Ufukta görülen bir seçimde büyük bir olasılıkla iktidardan
düşecekti.
Menderes, "Ben kendime sabık başbakan dedirtmem,"
diyerek bu olasılığı kabul etmeye hazır olmadığını açıkça belirtmişti.
İşte artık erken seçimin gündemde olduğu 1960 yılında
kurduğu bu komisyonla CHP'yi kapatacak ve seçime rakipsiz girerek iktidarını
sürdürecekti.
Tahkikat Komisyonu yasasının kabulü üzerine 28 Nisan'da İstanbul,
29 Nisan'da Ankara üniversitelerindeki öğrenciler protesto gösterilerine başladılar.
DP iktidarı bunların üzerine polis ve askerle gitti, öğrencilere ateş açıldı,
üniversiteler tatil edildi, 27 Mayıs'ta da ordu yönetime el koydu.
Demokrat Parti'nin seçimleri kazandığı 14 Mayıs 1950 tarihi
Türkiye'de, genellikle bir "Beyaz Devrim", bir demokrasi zaferi
olarak görülür.
Bir anlamda öyledir de.
Ama bu zaferi kime borçludur Türkiye?
Menderes'e mi?
Yoksa İsmet inönü'ye mi?
Tabii ki İsmet inönü'ye.
Dünya'da, İsmet İnönü'den başka, elindeki tüm egemenlik
haklarını tek başına kullanırken, yani diktatörlük yetkilerine sahipken,
demokrasiyi kuran bir başka lider yoktur.
Unutmayalım ki, onun çağdaşları, Sovyetler Birliği'nde
Stalin, Portekiz'de Salazar, İspanya'da ise Franko'dur. Salazar ve Franko'nun
Batı dünyasıyla bütünleşmiş ülkelerin liderleri olduğunu düşünürseniz, İsmet
Paşa'nın demokrasiye geçişini, Batı'nın zorunlu dayatması olarak görmenin
yanlışlığını da fark edersiniz.
İsmet Paşa, Atatürk Devrimleri'ni, demokrasiyle taçlandırmak,
yeni Türkiye'nin kuruluşu açısından tarihe karşı devrimci görevini yerine
getirmek için çok partili düzene geçmiştir.
Tabii Menderes'in başarısızlığı bu geçişin "erken"
olduğu konusunda çeşitli yorumların ortaya çıkmasına da yol açmıştır: İronik
olarak Menderes'in başarısı ya da başarısızlığı İsmet İnönü'nün demokrasi
deneyimindeki başarısını ya da başarısızlığını belirleyecekti.
Bu açıdan Menderes'in 1950 seçim zaferi İnönü'nün başarısı,
27 Mayıs darbesi ile iktidardan uzaklaştırılması ve hele hele idam edilmesi ise
yine İnönü'nün başarısızlığıdır.
İsmet İnönü'nün kararıyla çok partili rejime geçen
Türkiye'de bu dönüşümden yararlanarak iktidara gelen Demokrat Parti ve onun
lideri Menderes, neden kendilerini iktidara taşıyan demokratik süreci
destekleyeceklerine ve güçlendireceklerine, tam ters bir yol seçtiler?
Neden "çok partili rejimi", "gerçek bir
demokrasiye" dönüştüreceklerine, onu "çoğunluğun
diktatörlüğü"haline getirdiler?
Sevgili okurlarım, sanıyorum bu sorunun üç yanıtı var.
Biri bireysel ve örgütsel, diğeri toplumbilimsel, bir diğeri
de dış dinamiğe bağlı olan üç yanıt:
Birinci neden, bireysel ve örgütseldir:
Demokrat Parti'nin kurucuları ve yöneticileri, tek parti
döneminin Cumhuriyet Halk Partisi'nden yetişmiş politikacılardır. Ne yazık ki
bunlar, geçmiş dönemin tek parti uygulamaları geleneğinden kurtulamamışlar,
kendilerini iktidara taşıyan sürecin önemini fark edememişlerdir.
İsmet İnönü'nün çok partili düzene geçerken yaşadığı
yalnızlık, Atatürk'ün Cumhuriyet'i ilan ederken yaşadığı yalnızlığı andırır: Demokrat Parti'yi kuranlar dahil, CHP içindeki
politikacıların hiçbiri çok partili rejime inanmamaktadır. Hepsi tek parti
dönemindeki koşullanmalarının esiridirler; yalnız ismet Paşa bu rejimi
desteklemektedir.
Dolayısıyla Demokrat Parti'nin liderleri, 1950 seçimlerinden
önce yaptıkları bütün vaatleri, verdikleri bütün sözleri, sadece "günün
koşullarına uygun olduğu için" yapmış ve vermiş, iktidara gelince, bütün
bunları unutmuşlardır, çünkü zihinlerinin ve yüreklerinin derinliğinde çok
partili değil, tek partili yönetim biçimi vardır. Bir anlamda iktidar
dönemlerindeki uygulamalar, tek parti döneminde CHP'nin yaptıklarının
"rövanşı", dolayısıyla aynısıdır.
İkinci neden, toplumbilimseldir.
1950 Türkiyesi, bir demokratik rejimin gerektirdiği bilinci
geliştirmiş olan endüstrielleşmiş ve kentleşmiş bir nüfusa, bir seçmen
kitlesine sahip değildir.
Sevgili okurlarım, bildiğiniz gibi demokrasi, hem aydınlanma,
endüstrileşme ve kentleşme süreçleri sonunda, hem de bu süreçlerin yarattığı
sermaye ve işçi sınıflarına dayalı olarak ve çok kanlı bir biçimde gelişmiştir.
Bu süreçler ve sermaye ile işçi sınıfları yani çağdaş
sınıflar, demokratik rejim için gerekli seçmen bilincini geliştirir ve korur.
Oysa 1950 Türkiyesi'nde ne Atatürk Devrimleri tam
benimsenmiş, ne aydınlanma, endüstrileşme ve kentleşme süreçleri bütünüyle
yaşanmış, ne de sermaye ve işçi sınıfları yeterince gelişmiştir.
Yani toplumsal yapı demokrasiye hazır değildir.
Bu nedenle, çoğunluğu din-tarım eksenli feodal kültür
nitelikli olan seçmen, Demokrat Partinin, din eksenli ve Atatürk Devrimlerinden
ve demokrasiden geriye dönüşleri içeren "çoğunluğun diktatörlüğü"
modeline, bırakın karşı çıkmayı, tam tersine destek bile vermiştir.
Burada tek bir örnek vermekle yetineyim, sevgili okurlarım
derhal olayı göreceklerdir:
Pek kimse bilmez, DP, seçimleri kazandıktan sonra, Birinci
Menderes Hükümeti'nin programında, iktidar, seçmene işçi haklarını geliştirme
sözü vermiştir.
Hükümet programpda yer alan bu söz, artık seçim dönemi,
propaganda kampanya süreci kapandığı için boş bir vaat olmaktan öte bir
uygulama programı, bir niyet ifade eder.
Ama Demokrat Parti bu sözünü yerine getirmez, işçi haklarını
geliştirmez.
Sonuç ne olur bilir misiniz?
1954 seçimlerinde oyları artar.
Çünkü Türkiye'de, işçi sınıfı gelişmemiştir, seçmen işçi
nitelikli değildir, demokratik hak ve özgürlüklerini geliştirmek için bir çaba
sarfetmez.
Köylülük, muhafazakârlığa, dinciliğe destek verir ve Demokrat
Parti, nüfusun bu gelişmemişliğini, kendi iktidarının otoriter eğilimlerini
geliştirmek için kullanır.
Türkiye için demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan
"temel hak ve özgürlükler", sermaye sınıfının ve işçi sınıfının somut
isteklerine dayalı olarak değil, bir avuç aydının ve politikacının soyut
istekleri olarak ortadadır ve Demokrat Parti kolaylıkla bunları görmezden
gelir, çünkü kendisi bunlara inanmamakta, onu bunları uygulamaya zorlayan bir
seçmen kitlesiyle de karşı karşıya bulunmamaktadır.
Üçüncü neden, dış dinamik öğelerine bağlıdır:
Türkiye'yi bütünüyle pençesine alan Soğuk Savaş,
anti-komü-nist niteliğiyle dinci ve muhafazakâr ideolojilere ve siyasete destek
verir.
Batı, yani onun lideri Amerika için önemli olan, demokrasi
değil, hele anti-emperyalist niteliği hâlâ belleklerde olan Atatürk Devrimleri
hiç değil, sadece anti-Sovyetler Birliği anlamını taşıyan anti-komünizmdir.
Türkiye, Yeşil Kuşak içinde bir İslam ülkesi olarak
görülmektedir; Atatürk Devrimleri ve ideolojisi, bu nedenle, laik niteliğiyle
de Amerika ve Batı tarafından pek rağbet görmez.
Böylece Soğuk Savaşın etkileri, Demokrat Parti'nin "çok
partili rejimi" "demokrasiye" doğru değil, "çoğunluğun
diktatörlüğüne" doğru yönlendirmesine destek verir.
Demokrat Parti ve Menderes ellerine geçen "Demokrasiyi
geliştirme" fırsatını tarihin çöp sepetine fırlattılar, hem kendilerine
hem ülkeye yazık ettiler.
Kim bilir belki de gerçekten İsmet İnönü, çoğu kişinin
"gerçek demokrasi" sandığı "çok partili rejime" gerçekten
de biraz erken geçmişti...
Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.