Home » , , » Abdülhamit Ulu Hakan mıydı Kızıl Sultan mı?

Abdülhamit Ulu Hakan mıydı Kızıl Sultan mı?

Abdülhamit Ulu Hakan mıydı Kızıl Sultan mı?


Çok partili demokrasiye geçtiğimizden beri tarih alanındaki tartışma gündemimizi işgal eden başlıca konulardan biri de kısaca Abdülhamit dediğimiz II. Abdülhamit'in tarihimizde sahip olduğu roldür.

Resmi tarih Abdülhamit'i "Despot" bir hükümdar olarak tanımlar; onun için kullanılan sıfat, Arapça'da "keyfî yönetim, baskıcı yönetim" anlamına gelen "istibdat" sözcüğünden türetilmiş "müstebit"tir:

Yani "ülkede keyfi ve baskıcı bir yönetim" uygulayan bir diktatör.

Bu nitelemenin altında yatan temel yaklaşım, Abdülhamit'in, Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından, meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla (1876'da ilan edilen Birinci Meşrutiyet) tahta geçirilmiş olması ama sonradan, Mithat Paşa'yı sürgüne yollayıp Anayasa'yı da rafa kaldırarak ülkeyi otuz yıl tek başına yönetmesi ve bu arada Namık Kemal gibi, hürriyet ve anayasa yani meşrutiyet için çalışanları satın almaya çalışmış, satın alamadıklarını baskı altına almış, hapse atmış, sürgüne yollamış olmasıdır.

Tabii düşünsel ve siyasal köklerini Yeni Osmanlılardan, (Genç Osmanlılar) ve Genç Türklerden alan Cumhuriyet kadroları, XIX. yüzyıl boyunca süren özgürlük ve anayasal haklar mücadelesine karşı çıkan Abdülhamit'i sadece bu yönüyle değerlendirmekle yetinmişler ve hiç de haksız olmayarak, "müstebit" yaftasını vurmakta tereddüt etmemişlerdir.

"Resmi tarih"in bu yaklaşımı, ona "Kızıl Sultan" diyenleri destekler.

Ama Abdülhamit'in Batı kaynaklı özgürlük ve anayasa mücadelesine karşı çıkmış olmasının yanında, 30 yıllık iktidarı sırasında yaptıkları pek gündeme gelmemiştir.

Tabii bu yaptıklarının arasında, imparatorluğu telgraf telleri ile donatmak ve pek çok eğitim kurumu açmak gibi işler olduğu gibi, dostları Rum bankacı Zarifi ve Ermeni borsacı Assani ile işbirliği yaparak borsada oynamak ve çok para kazanmak gibi eylemler de vardır; bu yönleri üzerinde yeterince durulmamış olması, tarihimiz açısından önemli bir eksikliktir.

(Banker Zarifi için Murat Hulkiender'in, Bir Galata Bankerinin Portresi: George Zarifi adlı kitabına bakılabilir.)

Bu eksiklikten yararlanan özellikle Cumhuriyet karşıtı, Osmanlıcı "gayri resmi tarih" yazıcıları Abdülhamit'i neredeyse imparatorluğu kurtaran "Ulu Hakan" yapmışlar, "Zamanında tek bir karış Osmanlı toprağı kaybedilmemiştir," gibi, gerçeklere bütünüyle aykırı yalanları televizyon ekranlarından bile dile getirmekte sakınca görmemişlerdir.

Bugünkü siyasal ve ideolojik karşıtlıklardan en çok etkilenen, bu nedenle de en çok saptırılan dönem, II. Abdülhamit dönemidir diyebiliriz.

Bu nedenle önce, Abdülhamit ve dönemi hakkında nesnel bir tarih anımsatması yapmak gerekmektedir.

Ancak bu dönemdeki olayları nesnel olarak anımsadıktan sonra gerçekçi bir Abdülhamit portresi oluşturmak olanaklıdır.

II. Abdülhamit ve Döneminin Nesnel Tarihi

II. Abdülhamit 21 Eylül 1842 tarihinde doğdu. Babası I. Abdülmecit, annesi Tür-i Müjgan Kadın Efendi'dir. Annesi Çerkezdir.

Annesini küçük yaşta kaybettiği için üvey annesi, Abdülmecit'in çocuksuz kadınlarından Piristu Hanım tarafından yetiştirildi; zayıf ve hastalıklı bir bünyesi vardı. Kültür ve müzik dersleri aldı, piyano çalmayı öğrendi, marangozluğa merak sardı. Boş vakitlerini marangozhanede geçirirdi. Polis romanlarını sevdiği bilinir.

Abdülhamit, ülkeye meşrutiyet yani anayasal rejim getirmek isteyen Yeni Osmanlılar (Genç Osmanlılar) tarafından, Meşrutiyet'i ilan edeceği sözünü vermesi üzerine, 34 yaşında 31 Ağustos 1876'da tahta çıkarılmıştır.

İmparatorluğun elden gittiğini gören ve bu çöküşün meşruti rejimle durdurulabileceğine inanan Genç Osmanlılar Balkanlar'da art arda çıkan isyanlar ve giderek çoğalan ülke sorunları karşısında Abdülaziz'i tahttan indirip yerine V. Murat'ı padişah yapmışlardı. Kısa bir süre sonra V. Murat'ın akıl hastası olduğunun anlaşılması üzerine yerine meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit getirildi.

Abdülhamit 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi'yi (Anayasa'yı) ilan etti.

Fakat kısa bir süre sonra Mithat Paşa'yı sadrazamlıktan azletti ve sürgüne yolladı.

Ardından, tarihimize 93 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nı gerekçe göstererek Meclisi dağıttı ve böylece Birinci Meşrutiyet dönemi son buldu.

XIX. yüzyıldaki Milliyetçilik Akımları, Abdülhamit döneminde artık çöküş dönemine girmiş olan imparatorluğun siyasal sorunlarının temelini oluşturur.

Zaten son derece zayıflamış olan Osmanlılar artık çöküş sürecine girmiştir ve yaşaması artık büyük devletlerin arasında imparatorluğun nasıl paylaşılacağı konusundaki anlaşmazlıklara bağlıdır.

Rusların desteklediği Panslavizm, bütün Balkanları etkisine almış, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan'da ayaklanmalar çıkmıştır.

Bir yandan Osmanlı'yı paylaşmak isteyen, ama öte yandan imparatorluk üzerindeki Rus nüfuzundan çekinen Avrupalılar, Sırbistan ve Karadağ savaşları üzerine İstanbul'da bir konferans düzenlediler. Konferans devam ederken Osmanlı Devleti, Birinci Meşrutiyet'i ilan etti ve İstanbul Konferansı'nda alınan kararları kabul etmedi. Çünkü Konferansta Bosna'ya, Hersek'e ve Bulgaristan'a özerklik verilmesi, Sırbistan ve Karadağ'dan Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesi istenmişti.

Bunun üzerine Batılılar, Londra'da yeni bir konferans topladılar ama Rus-Osmanlı Savaşı'na engel olunamadı.

Ruslar hem doğudan hem batıdan saldırıya geçtiler. Balkanlar'da Tuna'yı, doğuda ise Arpaçay'ı geçerek Kars ve Ardahan'ı aldılar. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Rusları Erzurum'da durdurdu.

Batıda, Gazi Osman Paşa, Plevne'de efsane haline gelen savunmasını yaptı ama sonunda yenildi, Ruslar, Plevne ve Sapka'yı geçtiler ve Edirne yolu kendilerine açıldı.

Sonunda Rus ordusunun Yeşilköy'e (o zamanki adı Ayastafanos) kadar gelmesi üzerine Osmanlı Devleti barış istedi.

3 Mart 1878'de yapılan Ayastafanos Antlaşması'yla Karadağ, Sırbistan ve Romanya'nın bağımsızlıkları tanınmış, Tuna'dan Ege'ye kadar uzanan ve Makedonya'yı da içeren bölgede bir Bulgaristan kurulmuştu. Girit Adası'na ve halkı arasında fazlaca Ermeni bulunan illere imtiyazlar veriliyor, Ardahan, Kars, Batum ve Bayezit, Rusya'ya bırakılıyor, ayrıca savaş tazminatı verilmesi kabul ediliyordu.

Bu arada Abdülhamit, savaşı bahane ederek, Meclis-i Mebusan'ı 13 ġubat 1878 tarihinde, bir daha toplanmamak üzere dağıtmıştı.


(Bu kargaşalık arasında, 20 Mayıs 1878'de Ali Suavi, V. Murat'ı kapatılmış olduğu Çırağan Sarayı'ndan zorla kaçırıp tahta oturtmak için bir girişimde bulunur ama başarılı olamaz ve kendisiyle birlikte seksen kişi ölür.)

Batılı ülkeler Rusya'nın bu kazanımlarından rahatsız oldular, daha sonra Berlin'de Alman Başbakanı Bismarck'ın başkanlığında, Osmanlı ve Rus delegelerine ilave olarak, İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya delegelerinin de katılmasıyla bir konferans topladılar ve 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması'nı imzaladılar.

Bu antlaşmayla Makedonya ve Batı Trakya ıslahat yapmak koşuluyla Osmanlı'ya geri verilmiş, Rusya, Bayezit'ten vazgeçirilmişti.

Fakat Berlin Antlaşması'yla Girit'e verilen imtiyazlar genişletilmiş, halkı arasında Ermenilerin bulunduğu illerde ıslahat koşulu getirilmiş, Avusturya, Bosna-Hersek'i işgal hakkını kazanmış, Yunanistan, Tesalya'mn büyük bir bölümünü, hatta İran bile sınırda birtakım arazileri ele geçirmişti.

Bu arada konferans başlamadan birkaç gün önce İngiltere, Kıbrıs'ı işgal hakkını, Ruslara karşı verdiği desteğin bedeli olarak Osmanlı'ya kabul ettirmişti.

Osmanlı-Rus Savaşı'nın yani 93 Harbi'nin sonuçları imparatorluk için ölümcül oldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun II. Abdülhamit zamanında çöktüğünü söylemek pek de abartılı olmaz.

Bırakın daha önce irdelediğimiz "Düyun-u Umumiye"nin kurularak, imparatorluğun mali bağımsızlığını yitirmesi bir yana, sadece toprak kayıpları bile, imparatorluğun yok oluşunu belirledi.

Bu dönemdeki toprak kayıpları kabaca şöyle özetlenebilir:

1) Rusya'nın Akdeniz'e inmesi tehdidini ileri süren ingilizler Kıbrıs'ı işgal etti. Osmanlı Devleti adanın yönetimini (güya) geçici olarak ingiltere'ye devretti.
2) Cezayir'e yerleşmiş olan Fransa, Tunus'u da istiyordu. 1881'de Tunus'u işgal etti.
3) Akdeniz'de gelişen İngiliz-Fransız rekabeti dolayısıyla, Fransızların Tunus'u işgali üzerine, İngilizler de (Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla jeopolitik önemi çok artan) Mısır'ı işgal etti (1882).
4) Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmasından sonra Yunanistan'a bağlanmak için Giritli Rumlar isyan etti. İsyan bastırıldı ama Yunanistan, Girit'e asker çıkardı. Osmanlılar, Yunanistan'a savaş açtı. Teselya'da yapılan savşta, Gazi Ethem Paşa, Yunanlılar'ı bozguna uğrattı (1897). Fakat Yunanistan'a destek veren Avrupalı devletlerin araya girmesiyle bir antlaşma imzalandı ve Girit'e özerklik tanındı. 1908 yılında Yunanistan, adayı yeniden işgal etti.
5) Bosna-Hersek'in idaresi Berlin Antlaşması'yla geçici olarak Avusturya'ya verilmişti. Abdülhamit'in ikinci Meşrutiyet'i ilan etmesinden sonra yaşanan karışıklıklar sırasında Avusturya burayı resmen topraklarına kattı.
6) Berlin Antlaşması'yla üç bölgeye ayrılan Bulgaristan Prenslik haline gelmiş, Doğu Rumeli ve Makedonya ıslahat yapılmak şartıyla Osmanlılarda kalmıştı. Milliyetçilik Akımları çerçevesinde Doğu Rumeli'de isyanlar çıkması üzerine Bulgaristan 1885'de burayı kendisine bağladığını ilan etti. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Bulgaristan 1908'de bağımsızlığına kavuştu.

Tabii bütün bu toprak kayıplarının ortaya çıkışlarını sadece Abdülhamit'in kişisel yönetim dönemine ve yönetim beceriksizliğine bağlamak ne haklıdır, ne de doğru.

Bu toprak kayıpları, esas olarak Endüstri Devrimi'ni kaçırmış bir imparatorluğun güçsüzleşmesinin ve bu devrimin ürettiği Milliyetçilik Akımları karşısındaki çözülmesinin bir sonucudur.

Ama en azından, Abdülhamit, bir çöküşü engelleyen veya durduran bir "Ulu Hakan" olarak da görülemez.

Tam tersine, uluslararası siyasetin oyuncağı olmuş, çaresizliğe düşmüş, imparatorluğun iflasını kabul ederek, Düyun-u Umumiye'nin ilanıyla tüm mali yetkileri, alacaklıların eline vererek, imparatorluğun sonunu belirlemiş bir padişahtır.

Abdülhamit Devrinin öteki Olayları

Mithat Paşa'yı sürgüne yollamadan önce, Yıldız Sarayı'nda bir mahkeme kurdurmuş ve Abdülaziz'in ölümünün intihar değil, cinayet olduğu ve bu cinayeti Mithat, Damat Mahmut ve Nuri paşaların düzenledikleri konusunda bir karar aldırmıştır.

Daha sonra Mithat Paşa ve Mahmut Paşa'yı sürgünde oldukları Taif’ te boğdurtarak öldürtmüştür.

Almanlara, Bağdat demiryolu imtiyazını vermiş, (bunun karşılığında Ruslara da Karadeniz bölgesinde öncelik tanımak zorunda kalmış) bir yandan ekonomide yabancıların etkisinin artmasına yol açarken, öte yandan yabancı sermayenin yardımıyla ülkede birtakım demiryollarının yapımını gerçekleştirmiştir.

Teknik olarak yaptığı yatırımlarla ülkede telgraf hizmetini de yaygınlaştırmıştır. (Sonradan bu telgraf bağlantıları, Makedonya'daki İttihatçı isyancıların, İstanbul'da, Saray üzerinde baskı kurmalarına ve İkinci Meşrutiyet'i ilan etmesine hizmet edecektir.)

Hindistan, Singapur, Cava gibi uzak ülkelerdeki Müslümanlar üzerinde halifelik nüfuzunu anımsatmak amacıyla Ertuğrul savaş gemisini, Japonya'ya yollamış fakat gemi Japon sularında fırtınaya yakalanıp batınca, 600'e yakın asker ve gemici şehit olmuştur.

Darülfünun'u (üniversiteyi) yeniden açmış, bazı okullar ve Şişli Etfal Hastahanesi ile Darülaceze'yi kurmuştur.

Tabii Abdülhamit döneminin en önemli olaylarından biri "Düyun-u Umumiye İdaresi"nin kurulmasıdır.

Böylece imparatorluğun mali bağımsızlığı sona ermiştir.

Bu sırada inşa edilen Düyun-u Umumiye binası, içinde bugün İstanbul Lisesi'nin hizmet verdiği tarihsel bir yapı olarak varlığını sürdürmektedir.

Günümüze kadar gelen başka birçok binayla birlikte Haydarpaşa Garı ile Sirkeci Garı da Abdülhamit döneminde yapılmıştır.

Abdülhamit'in yaptığı işlerden biri de, Doğu Anadolu'daki Ermeni ayaklanmalarına karşı, buralardaki Kürt aşiretlerinden, Hamidiye Alayları adıyla bilinen birlikleri kurmuş olmasıdır.

Ayrıca yine Kürt aşiretlerinin çocukları için, 1892 yılında İstanbul'da Aşiret Mektebi'ni kurmuştur.

Ermenilerin 1896 Osmanlı Bankası baskını ve 1905 yılında cuma selamlığında kendisine karşı düzenledikleri (ve tesadüfen kurtulduğu) bombalı suikast, dönemin önemli olayları arasındadır.

Fransız Devrimi'nin etkisiyle Osmanlılar arasında da yaygınlaşan anayasa hareketlerine (meşrutiyete) karşı geniş bir hafiye ağı kurmuştur.

Özgürlükçü, anayasal hareketlerin öncülüğünü yapan aydınları, yazar ve çizerleri baskı altına almış, hapse atmış veya sürmüştür.

Basını sıkı bir denetim altına almış, yaşadığı saray ve büyükçe olan burnuyla ilgili haberleri engellemek için "yıldız' ve "burun" sözcüklerini bile sansür etmiştir.

Bu arada muhalifleriyle sürekli olarak anlaşma yolları aramış, onlara makam, para teklif ederek uzlaşmaya da çalışmıştır.

İkinci Meşrutiyet'in ilanı

Fransız Devrimi'nden sonra Avrupa'da egemen olan milliyetçilik ve anayasacılık akımları, Osmanlı aydınlarını ve kendilerini imparatorluğu kurtarmakla görevli sayan genç subayları etkilemiş, yurtiçi ve yurtdışı örgütlenmelerle güçlenen İttihat ve Terakki örgütü, Makedonya'da isyan ederek dağa çıkan subayların baskısıyla, sonunda Abdülhamit'i, anayasayı yeniden yürürlüğe koymaya mecbur etmiştir.

Burada ilginç olan nokta, Abdülhamit'in kendi geliştirdiği telgraf hatlarıyla baskı altına alınmış olmasıdır.

İsyancılar (Resneli Niyazi, Enver ve diğerleri) isyan hareketini başlattıktan sonra, Abdülhamit bu hareketi bastırmak üzere, disiplini ve sertliğiyle bilinen Arnavut Şemsi Paşa'yı Makedonya'ya gönderir.

Şemsi Paşa'nın otoritesinden korkan ittihatçılar hemen önlem alırlar; Arnavut Şemsi Paşa, bölgeye gelir gelmez genç bir mülazım (teğmen) olan Atıf (Kamçıl) tarafından, korumalarının arasında, tabancayla vurulup öldürülür.

Ardından Abdülhamit tarafından isyanı bastırmakla görevlendirilen Mişir (Mareşal) Tatar Osman Paşa'yı da Kolağası Eyüp Sabri Bey ve adamları dağa kaldırırlar.

Böylece Makedonya'daki askeri denetimi elinden kaçıran Abdülhamit'e, Selanik ve Manastır merkezlerinden anayasayı ilan etmesi için tehdit telgrafları çekilmeye başlanır.

Başka çıkar yol göremeyen Abdülhamit, Anayasa'yı 23 Temmuz 1908'de yeniden yürürlüğe koyar; o dönemin en çağdaş iletişim kanalı olan telgraf, isyancıların Abdülhamit üzerindeki baskılarını gerçekleştirmekte işlevsel olmuştur.

Böylece tarihin âdeta bir şakası ortaya çıkar; Abdülhamit kendi modernleşme çabalarının kurbanı olmuştur bir anlamda.

31 Mart Ayaklanması ve Abdülhamit'in Sonu

İkinci Meşrutiyet'in ilanı, dinci çevreleri rahatsız etmişti. Birçok yayının yanında, Volkan gazetesinde de Derviş Vahdeti, Said Nursi gibi yazarlar, İngilizleri destekliyor, şeriat özlemlerini dile getiriyordu.

Bu ortam içinde İstanbul'da Taksim kışlasındaki avcı taburları, medrese öğrencilerinin ve din adamlarının da katılmasıyla 31 Mart'ta ( 13 Nisan 1909) "Şeriat isteriz” sloganıyla ikinci Meşrutiyet'e karşı ayaklandılar:

Gerici askerlerin isyanı başlamıştı.

Bu isyanı, Kurmay Başkanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı Selanik'ten yollanan Hareket Ordusu bastırdı.

İsyanda İngilizlerin de parmağı vardı ama bunun üzerine gidilmedi.

Bu arada, tabii Abdülhamit'in Birinci Meşrutiyet sırasında yaptığı da unutulmamıştı.

Yine aynı şeyi yapar ve ikinci kez ilan edilen Meşrutiyet'i de rafa kaldırır korkusuyla, Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi, verdikleri kararla 27 Nisan 1909'da Abdülhamit'i tahttan indirdiler, yerine Mehmet Reşat Efendi, V. Mehmet olarak tahta çıktı.

Sonuç

Üzerine pek çok araştırma, anı ve benzeri kitaplar yayınlanmış olan II. Abdülhamit, ittihat Terakki ve İkinci Meşrutiyet'in tarihi çok kısaca ve çok kaba hatlarıyla böyledir. (Tarık Zafer Tunaya'nın, Orhan Koloğlu'nun, Şerif Mardin'in ve Alpay Kabacalı'nın kitapları hemen aklıma gelenler arasında. Ayrıca ben de 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabımda bu dönemle ilgili daha genel ve daha ayrıntılı çözümlemeler yapmaya çalışmıştım; merak edenler bakabilir.)

Sonuç olarak Abdülhamit'in "Ulu Hakan" olmadığı açıktır.

Ama doğrusu "Kızıl Sultan" denmesi için de ne tür bir gerekçe kullanıldığını çok iyi anlayabilmiş değilim.

Ayrıca o dönem çok karmaşık bir dönemdir.

İttihatçılar ile Ermeniler, Abdülhamit'in istibdadına karşı birleşme eğilimi içindedir.

Milliyetçilik Akımları almış başını yürümüş, Avrupalı ülkelerin de desteğiyle imparatorluğu kemirmektedir.

Yeni Osmanlılar ve ittihatçılar (Genç Osmanlılar ve Genç Türkler), ideolojik yaklaşımlarında pek de tutarlı değillerdir; anayasacılık yaklaşımlarının altında net bir toplumsal ya da ekonomik model yoktur.

Belki de bu tartışmayı "Ne Ulu Hakandı, ne de Kızıl Sultan, çöken bir imparatorluğu yönetmeye çalışan ve dönemin koşulları çerçevesinde başarısız kalmaya mahkûm olan bir Padişahtı," demek daha doğru olacak.

Zaten dönemin koşulları çerçevesinde Mustafa Kemal Atatürk'ün başvurduğu toptancı bir Bağımsızlık Savaşı'ndan ve yepyeni bir devlet kurmaktan başka çıkar bir yol da görünmemektedir; bu yol ise o sıralarda olanaksız görünmektedir.

Unutmayalım ki Abdülhamit'i tahttan indiren ve ikinci Meşrutiyet'i ilan eden ittihatçılar, sonunda imparatorluğun bütünüyle çökmesine ve yok olmasına yol açmışlardır.

Bu noktada, gelecek bölümlerde ele alacağım Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet konusuna giriş olmak üzere şu gerçeğe dikkatinizi çekmek isterim:

Osmanlı'nın kurtuluşunu, Abdülhamit-İttihat Terakki ikilemi çerçevesindeki karşıtlıklarda aramanın dışında bir seçenek, bir düşünce yoktur o sıralarda; Mustafa Kemal Atatürk'ün dehası işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır:

O, mevcut yapının olanaklı kıldığı seçeneklerin ötesinde bir çözümü gerçekleştirmiştir.

Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek


Share this article :

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

 
Copyright © 2011. ATLAS . All Rights Reserved
Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
Template Modify by Creating Website. Inpire by Darkmatter Rockettheme Proudly powered by Blogger