ERMENİ SORUNU
Ermeni Sorunu Nedir?
Gerek "resmi tarih" anlayışının gerekse ona karşı
çıktığı savı taşıyan "gayri resmi tarih" tezinin bir türlü doğru
dürüst tartışmayı başaramadığı konuların başında "Ermeni Sorunu"
gelir.
Sanıyorum bu başarısızlığın temelinde, konunun iyi
anlatılamaması, daha doğrusu sorunun iyi belirlenememiş olması yatar.
"Ermeni Sorunu" konusundaki anahtar sözcük
"soykırım" terimidir.
"Soykırım" terimi, Faşist Almanya'nın İkinci Dünya
Savaşı sırasında Yahudilere uyguladığı katliamın özel adıdır.
Uluslararası bir antlaşmayla, uluslararası bir suç olarak
tarif ve kabul edilmiştir. Türkiye de bu antlaşmaya imza koymuştur.
"Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 9 Aralık
1948 tarihli ve 260 A
(III) sayılı kararıyla onaylanarak imzaya açılmıştır.
Türkiye bu sözleşmeyi 23.3.1950 tarih ve 5630 sayılı kanunla
(hiçbir çekince koymaksızın) onaylamıştır.
Sözleşmeye göre, bu suçun işlenmesi için "bir insan
grubunu imha niyeti" esastır.
Bu öznel öğeye ek olarak, bu suçun işlenmesi için nesnel
açıdan "bir planın icrası" söz konusu olmalıdır.
Kısaca belirtmek gerekirse, asıl sorun, Türklerin ve Kürtlerin
Ermenileri katledip katletmedikleri değil, bu katliamın bir
"soykırım" niteliği taşıyıp taşımadığıdır.
Ne yazık ki, bizim halkımız da dahil, dünya kamuoyu
"katliam" ile "soykırım" arasındaki farka dikkat etmemekte,
"Canım, soykırımı neden inkâr ediyorsunuz, ister savaşırken olsun, isterse
onlar da Türkleri ve Kürtleri öldürmüş olsunlar, Osmanlılar, Ermenileri
öldürmüş işte," diyerek, kendi kafalarında Türkiye'yi mahkûm etmektedir.
Oysa kimse tarihte Ermeniler, Türkler ve Kürtler arasındaki
katliamı yadsımamaktadır.
Sorun bu katliamın "soykırım" tanıma girip
girmediğidir.
Soykırım Nedir?
Yukarda adını andığım Birleşmiş Milletler kararında açıkça
belirtilmemiş olmakla birlikte bu kararın genel yorumuna göre, bir katliamın
"soykırım" olarak tanımlanması için şu üç temel koşulun bir arada
bulunması gereklidir:
1. Katliamın (bir etnik veya dini gruba karşı) resmi devlet
politikası olarak yapılması.
2. Bu katliamın tek bir yerde değil, tüm ülkede uygulanması.
3. Katliamın bir defa değil, sürekli olarak yapılması.
Görüldüğü gibi, yabancı dilde Genocide terimiyle ifade
edilen "soykırım" suçu, özel olarak tanımlanmış bir eylemdir.
Soykırım terimi, bir suç olarak Rafael Lempkin'nin 1944
yılında, Axis Rule in Occupied Europe adlı kitabında yaptığı bir öneriyle
belirlenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi savaş suçlularının
yargılanması için kurulan uluslararası Nürnberg Mahkemesi'nde ilk kez ceza
hukuku kuralı olarak uygulanmıştır.
Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul
edilir.
Soykırım karşılığı olan Genocide terimi Latince ve Yunanca
iki kelimenin birleşmesiyle ortaya çıkan bir kelimedir.
Yunanca "soy" demek olan "genos" ve
Latince "kesmek, öldürmek" anlamına gelen "caedere"
sözcüklerinden oluşan bir birleşik kelimedir.
Naziler'in 1933-1945 yılları arasında, İkinci Dünya Savaşı
sırasında hızlanan bir biçimde Almanya'da, altı milyon kadar Museviyi
sistematik bir biçimde kamplarda toplayıp genellikle gaz odalarında öldürerek
ve fırınlarda yakarak yok ettiklerini belirtmek için kullanılan bir hukuki
terimdir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş suçlularının
yargılandığı Nürnberg Mahkemesi'nde ortaya çıkan dehşet verici gerçeklerin
ışığında, Jenosit, 1946'da Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası bir suç
olarak kabul edilmiş, 1948'de yine Birleşmiş Milletler tarafından bir
uluslararası sözleşmeyle hukuklaştırılmış ve bu sözleşme Türkiye tarafından da
23 Mart 1950 yılında imzalanmıştır.
Soykırım suçu, daha sonra Ruanda ve Eski Yugoslavya için
kurulan Uluslararası Ceza Mahkemeleri'nde de kullanılmıştır.
Örneğin Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi, eski
Yugoslavya'nın Sırp ve Hırvat kökenli yöneticilerinin ve komutanlarının bir
bölümünü "soykırım" suçu kapsamında yargılamaktadır.
Ermeni Tehciri Nedir?
"Tehcir" Arapça, "göç" anlamını taşıyan
"hicret" sözcüğünden gelir, "göç ettirme" demektir.
Belki de bugünkü Türkçe'yle "sürgün", bu kavramı
karşılayan sözcüktür.
"Ermeni Tehciri" ile kastedilen olay, Birinci
Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş halinde olduğu Çarlık
Rusya'sıyla işbirliği halinde isyana ve savaşa başlayan, Türklere ve Kürtlere
karşı katliama girişen Ermenilerin, Doğu Cephesi'nde savaşan orduyu arkadan
vurmalarını önlemek için, güneye, Suriye'ye sürülmeleri harekâtıdır.
Hem Milliyetçilik Akımları'nın hem de Avrupa'nın Osmanlı'yı
paylaşma çabalarının etkisiyle Ermeniler, uzun bir süredir isyan ve bağımsızlık
hazırlığı içindeyken Birinci Dünya Savaşı patladı.
Taşnak liderliği altında hem örgütlenme hem de silahlanma
açısından çok güçlenen Ermeniler, Kasım 1914'te Rusya ile savaş başlayınca,
Ruslarla işbirliği halinde Osmanlı topraklarında eyleme geçtiler, Türkleri ve
Kürtleri öldürmeye başladılar.
Bu arada Rus ordusu içinde Ermeni alayları da kurulmuştu.
Ermeniler, Osmanlı topraklannda yürüttükleri çete harbine ilave olarak, Rus
üniforması altında, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı resmen savaşmaya da başlamışlardı.
Ne yazık ki, Doğu Cephesi'ndeki savaş, 1914 yılının sonundaki
Sarıkamış felaketiyle Rusların ve Ermenilerin lehine gelişiyordu.
Muhteris ama yeteneksiz Başkomutan Enver Paşa'nın bizzat
üstlendiği savaşta, komutasındaki on binlerce asker, düşmanla bile savaşamadan
Allahuekber Dağları'nda, soğuktan ve tifüsten ölmüş, cephe çökmüştü.
Bu arada Bitlis, Halep, Dörtyol ve Kayseri'de Ermeni
ayaklanmaları başlamıştı.
İttihatçılar 1915 yılı başında, ordunun çeşitli
kademelerindeki Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılmaları için bir karar
yayınladı.
Van, Bitlis, Diyarbakır gibi yerlerdeki Ermeni nüfusu da
Osmanlı ordusunu arkadan vuracak bir örgütlenme ve ayaklanma içindeydi.
Sadece Ruslar değil, İngilizler ve Fransızlar da Ermeni
nüfusun örgütlenmesini ve ayaklanmasını destekliyordu.
Yabancı kaynaklar bu hareketlerin Ermenilerin Osmanlılar
tarafından ezilmelerine bağlamakta, yıllardır süren Ermeni komitacılığının
ayrılıkçı isyanlara yönelik etkilerini yok saymaktadır.
Ruslarla savaşta olan Osmanlılar, artık cephe gerisindeki
Ermeni isyanıyla da boğuşmak zorunda kalmıştır.
Tabii bu ortamda her iki taraf da, yani hem Ermeniler, hem
de Türkler ve Kürtler karşılıklı bir katliama (mukatele) girişmişlerdir.
Nisan 1915'te Ermeni Komitacılar Van'ı ele geçirirler.
Binlerce Türk'ü ve Kürt'ü öldürürler.
Sonunda Rus birlikleri kente girer ve katliam devam eder.
Ermeni isyanları da artık yaygınlaşmış, Bayburt, Erzurum ve
Diyarbakır'ı da etkisi altına almıştır.
İşte Ermenilerin artık her yıl andıkları 24 Nisan 1915
tarihindeki tehcir (sürgün) kararı, bu ortam içinde alınır:
16-55 yaş arasındaki Ermeni nüfusun Bağdat Demiryolu'ndan
uzağa, Suriye'ye sürülmesi başlar. Her ne kadar hükümet bildirilerinde sürülen
Ermeni nüfusun can ve mal güvenliğinin sağlanması için pek çok ayrıntılı emir
ve kural yayınlanmışsa da, sürgün bir katliama dönüşür.
Zaten savaş koşulları içinde olan yoksul ülkede kimi zaman
ekmek ve su bulmak bile bir sorun olmaktadır.
Dönemin koşulları sürgünün tam bir denetim ve eşgüdüm içinde
olmasına izin vermediği gibi, doğa koşulları, hastalık gibi öğeler bu katliamın
sonuçlarını daha da vahim hale getirir.
Türk ve Kürt çeteler, asker kaçakları da bu katliama
katılır.
Binlerce Ermeni yaşamını yitirir:
Sürgün edilen yaklaşık bir milyon Ermeni nüfusun hemen hemen
yarısı bu trajedi sırasında ölmüş ya da öldürülmüştür.
İşte başta Fransa olmak üzere, Batı'daki pek çok ülkenin,
Ermenilerin etkisiyle "yasa çıkararak tarihi düzenleme" çabası
sonucu, dünya kamuoyunca öne sürülen ve bazı ülkelerde "Ermeni Soykırımı
yoktur" denmesinin bile yasaklanmasına yol açan, "Ermeni Soykırımı"
iddialarına temel oluşturan olay budur.
İşin ilginç yanı, Osmanlılar, Birinci Dünya Savaşı'nda
yenildikten sonra, sürgünden (tehcirden) sorumlu 1400'e yakın memurun, İngilizlerin
ve Fransızların baskısıyla kurulan Savaş Mahkemeleri'nde (Divanı Harp'te)
yargılanmış olması ve pek çok kişinin hapis cezası alması yanında, kırk kişinin
de idam edilmiş olmasıdır.
Yani hesaplaşma hemen başlamış, suçlu bulunanlar hemen
cezalandırılmıştır.
Müttefikler bununla da yetinmez, Ermeni katliamından sorumlu
tuttukları, aralarında birçok gazeteci ve aydın bulunan pek çok üst düzey asker
ve sivil yöneticiyi Malta'ya sürerler, ama bunlar da, haklarında somut deliller
bulunamadığı için sonradan serbest kalırlar.
Olayın Tarihsel Boyutu: Eski Tarih
Uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslüman
nüfusla uyumlu ve mutlu bir biçimde yaşayan Ermeniler, Alparslan'ın Anadolu
kapılarını açtığı 1071 yılından önce de bu topraklarda varolmuşlardı.
Bu çerçevede, nasıl ki Yunanlı dostlarımızın içlerindeki
bazı kör inançlılar (fanatikler) hâlâ, 1000 yıl öncesine dönerek Türkiye
Cumhuriyeti'ni haritadan silmek ve Büyük Bizans İm-paratorluğu'nu ihya etmek
gibi bir hayalin peşinde koşuyorlarsa, Karadeniz kıyılarındaki Pontus Rum
imparatorluğu konusunu, yine garip bir "soykırım" (genocide)
iddiasıyla gündeme getiriyorlarsa, bazı kör inançlı Ermeniler de, Anadolu
toprakları üzerindeki 1000 yıllık tarihi yok saymakta, Türkiye Cumhuriyeti'nin
varlığını bile sorgulayarak, kendilerine Sevr Antlaşması ile verilen toprakları
ve hakları istemektedirler.
"Soykırım" iddialarının altında (belki
"bilinçaltında" bile denebilir) "Bizim bu topraklardaki tarihsel
varlığımız sizden eskidir ve hâlâ haklarımız vardır," anlayışı
yatmaktadır.
Bırakınız Ermeni kaynaklarını, Türk Ansiklopedisi gibi
kaynaklar bile Ermenilerin tarihlerinin M.Ö. IV. yüzyıla kadar uzandığını
belirtmektedir.
M.Ö. II. yüzyılda Roma Imparatorluğu'na tabi olarak
kurdukları iki krallığın birinin merkezi Erivan, ötekinin merkezi Harput idi.
Çok kısaca bugün sürdürülen "soykırım"
iddialarının altında bu temel tarihsel özlem ve Batı dünyasının Hıristiyan
eğilimli kör inançlılarının bu özleme verdiği destek yatmaktadır.
Eski tarih, Roma ve Bizans imparatorlukları, Araplar ve Iran
ile Ermeniler arasındaki savaşların tarihidir.
Bu arada ilginç bir nokta, daha 681 yılında Ermenilerin,
anlaştıkları Araplar ile Hazar Türkleri'ne karşı savaşmış olmalarıdır.
Alparslan, 1071 Malazgirt zaferinden önce, Kars'taki Ermeni
krallığına son vermiştir.
(Ama biraz aşağıda işaret edileceği gibi, Ermeniler hemen
bunun ardından Güney Anadolu'da yeni krallıklarını kuracaklardır. Zaten
Anadolu'da Ermeni kökenli pek çok aile-hanedan ve krallık vardır.
Unutulmamalıdır ki, dönem feodal beylikler-krallıklar dönemidir.)
Bizanslılar'ın, kendi mezheplerinden olmayanlara (Gregoryenlere)
yaptığı baskı, Ermenilerin Anadolu'da sürekli baskı ve huzursuzluk içinde
yaşamalarına yol açmıştır.
Ermeniler bu arada Müslümanlara karşı oluşturulan Haçlı
Seferleri'ne, doğal olarak tam destek vermişlerdir.
Böylece, Birinci Haçlı Seferi sonunda işgal edilen
Anadolu'daki kargaşadan yararlanan Ermeniler, Haçlıların desteğiyle Kilikya'da
(Adana, Mersin'in batısı, Antalya'nın doğusu, Konya'nın güneyi) bir Ermeni
krallığı kurmuşlardır.
Daha sonra bu krallık Kıbrıs'a bağlanmış, en sonunda da
kuruluşundan yaklaşık üç yüzyıl sonra, 1375'te Memluklar tarafından ortadan
kaldırılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu'ya egemen olmasından
sonra, bu imparatorluk içinde uyumlu ve mutlu bir yaşam süren Ermeniler, mezhep
farklılıklarından dolayı, Batı ülkelerinden değil, Ruslardan büyük yakınlık görmeye
başlamışlardı.
(Gerek Ermeni tarihi gerekse Ermeni-Osmanlı ilişkilerinin
oldukça ayrıntılı bir dökümü, Remzi Kitabevi'nin 2005 tarihinde bastığı,
Kâmuran Gürün'ün Ermeni Dosyası adlı kitabında bulunabilir.)
Olayın Tarihsel Boyutu: Osmanlı Dönemi
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten sonra, Rumlar'a
tanıdığı haklan Ermenilere de tanımıştı.
Bursa'daki bir Ermeni piskoposunu Ermeni cemaatinin patriği
tayin etmişti.
Din farklılıklarından dolayı Müslüman Osmanlılar ile pek de
kaynaşmayan Ermeniler, mezhep farklılıklarından dolayı, Katolik ve Protestan
Batı ülkelerinden pek fazla bir destek ve yardım görmediler.
1669'da Kiev Prensi Alexandr'ın Polonyalılarla, (Lehliler)
yaptığı savaşta Rusların yanında yer alan Ermeniler, böylece Ermeni-Rus işbirliğinin
de temellerini attılar.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde
bir dönüm noktasıdır.
Bu nedenle olaya yakından bakmakta yarar var:
Namık Kemal'in ünlü Vatan yahut Silistre oyununun
ünlendirdiği, bugün Bulgaristan sınırları içinde yer alan Silistre kentinin 24 km . güneydoğusunda,
Dobruca hududunda yer alan Küçük Kaynarca köyünde Rus Çariçesi II. Katerina ile
yapılan antlaşma, tarih içindeki Ermeni sorunu açısından yepyeni bir dönem başlatır.
Osmanlılar, Rus Çariçesi II. Katerina'nın, Lehistan
(Polonya) üzerindeki nüfuzunu sürekli müdahalelerle pekiştirdikten sonra
kendilerine saldıracağını düşünüyorlardı.
Rusların düşmanları olan Fransızlar ve Avusturyalılar da,
sürekli olarak Osmanlıları Rusya'ya karşı savaşa teşvik ediyorlardı.
Tam bu sırada Rusya, güneyden Lehistan'a girmek için Aksu
Nehri'nin doğusunda, Kırım hanlarına ait olan Yalta kasabasına hücum etti.
Rus ordusu kasabayı yakıp yıktı ve Müslüman halkı katletti.
Bunun üzerine Osmanlı imparatorluğu, eski Sadrazam
Muhsinzade Mehmet Paşa'nın, savaş hazırlıklarının yetersiz olduğu ve hudutların
yeterince korunamadığı uyarılarını dikkate almaksızın, Rusya'ya savaş ilan
etti.
Muhsinzade Mehmet Paşa haklıydı: Osmanlı ordusu hazırlıksız
ve hudutlar korumasızdı.
Rusya, Tuna Nehri boyunda kazandığı zaferlerle karadan
ilerlerken, denizden de (bu noktaya dikkat) İngilizlerin yardımıyla Baltık
donanmasını Akdeniz'e getirmiş ve Osmanlı donanmasına Çeşme'de büyük bir darbe
indirmişti.
Rusya'nın ilerlemesinin kendi aleyhine olacağından korkan
Avusturya, bir yandan Osmanlılarla gizli müzakereler yürütüyor, öte yandan Prusya'ya
yaklaşıyordu.
Sonunda, Prusya ile Avusturya, Rusya'ya karşı birleştiler ve
Prusya, Polonya'nın paylaşılması konusunda, Rusya ile (Avusturya'ya da bir pay
veren) bir anlaşma yaptı.
Bütün bu gelişmeleri anlatıyorum ki, bugünkü Avrupa'nın
tarihinde neler olduğu, Ermeni meselesini sürekli kurcalayan Avrupa devletlerinin,
bir yandan Osmanlı'ya karşı savaşırken, öte yandan birbirleriyle nasıl ittifak ettikleri
ve ayrıca birbirlerinin kuyularını nasıl kazdıkları iyi anlaşılsın.
Bu arada Osmanlı, her cephede uğradığı bozgunlar sonunda
Avusturya'nın ve Prusya'nın da aracılıklarını kabul ederek, Rusya ile Küçük
Kaynarca Antlaşması' nı imzaladı.
Bu antlaşmanın çok önemli üç hükmü vardı:
Birinci olarak Kırım, Osmanlı'dan bağımsızlaştırılıyor ve
böylece Rusya tarafından ilhak edilmesinin yolu hazırlanıyordu.
İkinci olarak Karadeniz ve Akdeniz, Rus gemilerine açılıyor,
Karadeniz'deki Osmanlı egemenliği son buluyordu.
Üçüncü olarak ise bugüne "Ermeni Sorunu" olarak
yansıyan bir sürecin hukuksal ve siyasal temelleri atılıyordu:
Antlaşmanın 7'inci maddesi uyarınca da Rusya, Osmanlı
topraklarındaki Hıristiyan tebaanın koruyuculuğunu yükleniyordu.
Bu maddeye göre, Rusya, Osmanlılardaki Hıristiyan tebaanın
din işleri, kiliseleri ve bu kiliselerin hizmetlileri hakkında söz sahibi
oluyor, Osmanlı Devleti, bu konularda Rus Elçisi'nin "mutemet adamı"
vasıtasıyla yapacağı bildirileri kabul etme güvencesi veriyordu.
Bu son husus o denli önemliydi ve Rusya tarafından, Osmanlı
imparatorluğu üzerindeki nüfuzunu artırmak yolunda o denli etkili olarak
kullanıldı ki, sonunda, öteki Avrupalı devletler Rusya'ya karşı müdahale etmek
zorunda kaldılar ve Kırım Savaşı'nı çıkartıp Osmanlı'ya destek vererek, 1856
Paris Antlaşmasıyla Rusya'nın bu imtiyazını kaldırdılar:
Böylece Ermeni tebaa bütün Avrupa'nın koruması altına (ve
kışkırtma alanına) alındı:
Kırım Savaşı'nın, Osmanlı'yı büyük Avrupa devletleri arasına
sokan bir zafer olduğu saçmalığını yazan okul kitapları, bu savaşın Osmanlı
üzerindeki Rus nüfuzunun öteki Avrupa Devletleri lehine kırılmasına yönelik
olduğunu ve savaş nedeniyle yapılan borçlanmanın Osmanlı'nın iflasına yol
açarak 1881'de Düyun-u Umumiye'nin ilan edilmesine, yani imparatorluğun yıkılışına
neden olduğu gerçeğini yazarak çocuklarımıza ne zaman öğretecekler acaba?
Olayın Tarihsel Boyutu: Erivan'ın Serüveni
Ben, Türkiye'yi uluslararası arenada kuşatma altına almış
görünen "Ermeni Sorunu"nun çözümünde, Erivan'la yapılacak görüşmelerin
ve anlaşmaların önemli bir rol oynayacağına inanıyorum.
Bu nedenle de "Ermeni Sorunu" için bir tarihsel
çerçeve oluşturma çabam sırasında Erivan tarihine bir göz atmaya çalıştım.
Bakın, Türkiye sınırından sadece 23 kilometre uzakta
olan bu kent için tarih neler anlatıyor:
Kuruluşu çok eskilere dayanan kent, XV. yüzyıldan itibaren
Safeviler'in egemenliğine geçiyor. Şah İsmail'in emriyle imar ediliyor,
surlarla çevrilerek korunuyor ve böylece artık önemli bir yerleşim merkezi
halini alıyor.
Bundan sonra kentin tarihi, İran'la Osmanlılar arasındaki
savaşların tarihine koşut olarak gelişiyor.
1549 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın ikinci İran seferinde
Osmanlıların egemenliğine geçmiş, fakat tam denetim altına alınamadığı için,
1554'te Kanuni tarafından, 1579'da da Osmanlı üzerine akınlar düzenleyen Erivan
Hâkimi Ustaçlu Tokmak Han'ı cezalandırmak için Lala Mustafa Paşa tarafından
vurulmuştur.
Erivan 1583 tarihinde, III. Murat devrinde, tamamen Osmanlı
egemenliğine geçmiştir. Kent alındıktan sonra, Ferhat Paşa, Tokmak Han'ın Zengi
suyuna bakan köşkünü ortaya alıp etrafını hisarla çevirdi. İç kale adı verilen
bu hisarda 8 kule ve 725 mazgal ve içeriye bir cami yaptırdı. Ayrıca 43 kule ve
1725 mazgaldan oluşan ve 53 topla donatılmış bir dış kale inşa etti.
1585'teki Osmanlı-İran savaşı sırasında Erivan paşaları
İran'a yenilmiş olmakla birlikte, daha sonra yapılan barış antlaşmasıyla Tebriz
ve Azerbaycan'ın bir bölümüyle birlikte Erivan da Osmanlılara bırakıldı.
1591 tarihli Revan eyaleti tahrir defterine göre, eyaletin
merkezi olan Erivan'ın, kente bağlı olarak 90'dan fazla Türk kasaba ve köyü ve
ayrıca 6 mahallesi vardı.
Daha sonra Şah Abbas, Tebriz'le birlikte Erivan'ı da
zaptetmiş, fakat Osmanlı kuvvetlerinin gelmesi üzerine, kenti yakıp yıkarak
kaçmıştır.
Kent daha sonra yeniden Safeviler'in eline geçer.
IV. Murat 1634'te, bizim Revan Seferi diye bildiğimiz ve
anısına Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nün yapıldığı savaş ile kenti tekrar
alır.
Fakat IV. Murat geri dönünce, kent yeniden Safeviler'in
eline geçer ve 1639'da yapılan antlaşmayla artık İran'a bırakılır.
Bu sırada kenti ziyaret eden Evliya Çelebi'ye göre, kentin
dışında han, cami çarşı-pazar, kentin içinde ise 2000 kadar ev, han, şaraphane
ve darphane vardır.
Birkaç kez hanlar hanlığı olan Erivan'ın, kadısı, mollası,
şeyhi şerifi, darugası, münşisi, yasavul ağası, koruyucu basısı, eşik ağası, diz
çöken ağası, 7 mihmandar ve şehbenderi vardır.
1722'de Afganlılar'ın İran'ı işgal etmeleri üzerine Safeviler
zayıflamış, Şirvan ile Dağıstan bağımsızlıklarını ilan ederek, Osmanlı'dan
yardım istemişlerdir.
Bu arada Rusya'nın Kafkaslar yoluyla İran'a ve Osmanlı'ya
doğru yayılmasından korkan Osmanlılar, Tiflis, Gence, Tebriz, Hemedan ve
Kirmanşah ile birlikte Erivan'ı da zaptetmişlerdir.
Nadir Şah'ın kenti tekrar Safeviler adına geri almasından
sonra çıkan savaşlardan sonra, 1746'da yapılan antlaşmayla Erivan yeniden
İran'a geçmiştir.
Nadir Şah'ın ölümünden sonra bağımsızlıklarını ilan eden
öteki Azerbaycan hanlıklarıyla birlikte Erivan da bağımsız bir Türk beyliğinin
merkezi olmuştur.
İran'da egemenlik Kaçarlar'a geçtikten sonra zaman zaman
tam, zaman zaman da yarı bağımsız yaşayan bu hanlık, XIX. yüzyıldan itibaren
Gürcistan'ı zaptetmiş olan Ruslar tarafından tehdit edilmeye başlandı.
Ruslar, 1804'te Eçmiyadzin Manastırı'nı yağmaladıktan sonra
geri çekildiler.
1813'te İran'ı yenen Rusya, bütün Azerbaycan hanlıklarını
ele geçirdiği halde Erivan ve Nahcivan bağımsızlıklarını korudu.
Rusya, pek çok saldırı ve savaştan sonra, Abbas Mirza'yı
yenerek, 1827'de Erivan'ı zaptetti.
Bakın 1827'den sonra neler neler oluyor:
1828 Mart ayında Erivan Hanlığı, Nahcivan ile birlikte, Rus
Çarı'nın özel bir fermanıyla, Ermeni eyaleti olarak ilan ediliyor.
1829 yılı Eylül ayında geçici olarak kurulan Rus askeri
yönetiminin merkezi yapılıyor.
1850'de Ruslar, merkezi Erivan olmak üzere, Erivan,
Nahcıvan, Gümrü, Yeni Bayezid ve Ordubad kazalarından, yeni Erivan Vilayeti'ni
oluşturuyorlar.
Erivan Vilayetinin başında bir askeri vali bulunuyordu.
Vali yardımcısı ve öteki yüksek Rus memurlarından oluşan bir
vilayet meclisinin yanında, yine yüksek Rus memurlarından oluşan bir vilayet
mahkemesi ve bunların yanında Müslümanlar için yerel şeyhülislamın
başkanlığında bir şer'i meclisi vardı.
1868'de Erivan Vilayeti, Erivan, Gümrü, Nahcıvan, Yeni Bayezid,
Sürmeli, Daralagez ve Eçmiyadzin olarak yedi kazaya ayrıldı.
Erivan Vilayeti'nin yüzölçümü 27.366 kilometrekare,
çoğunluğu Müslüman olan nüfusu ise 667.000 kişiydi.
Erivan Kazası'mn ise, yüzölçümü 3.116 kilometrekare, nüfusu
112.922 kişiydi.
Kaza merkezi olan Erivan Kenti'nin nüfusu da 15.000 kişiydi.
1897 yılı nüfus sayımına göre Erivan Kazası'mn nüfusu
127.072 kişiydi.
Ermenilerin oranı % 37'ydi. Süryaniler % 1, Ruslar ise onbinde
5 oranındaydılar.
Erivan Kenti'nin nüfusu 1897 yılında 29.000 kişiye ulaşmıştı.
Bu nüfusun % 52'si Türk'tü.
Bu oran 1905 yılından itibaren, Ermeni terörü sonunda
sürekli olarak azalmış, bu nedenle kentin nüfusu da Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna
kadar ciddi bir artış göstermemiştir.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki muharebeler, çete savaşları ve
Sovyet Devrimi sırasında Rus kuvvetlerinin boşalttıkları yerleri işgal etmeye
çalışan Ermeni kuvvetlerinin saldırılan sonunda, bölgedeki Türk nüfusu sürekli
olarak eri(til)miştir.
1918 yılı Nisan ayında Rusya'dan ayrılan Güney Kafkasya, bir
ay sonra, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'dan oluşan 3 bağımsız cumhuriyete
dönüştü.
Erivan, bu süreçte Ermenistan'a dahil oldu.
Rusya'daki devrim karışıklıkları sırasında Osmanlı orduları
bir süre Erivan Vilayeti'ni de işgal etmişler, fakat 1918'de Mondros
Ateşkesi'yle buraları boşaltmışlardı.
Erivan Vilayeti'ndeki Türkler bir süre, merkezi Nahcivan'da
bulunan Aras Türk Cumhuriyeti ve Güneybatı Kafkasya Türk Cumhuriyeti'yle
birlikte direnmişler, fakat sonunda Ermeni saldırılarına dayanamayarak
bulundukları bölgelerden kaçmışlardır.
1920'de Kâzım Karabekir komutasındaki Büyük Millet Meclisi Orduları,
Kars ve Gümrü'yü almış, Ermenilerle 3 Aralık'ta Gümrü Antlaşması imzalanınca
da, Erivan Türklerinin mübadele yoluyla Türkiye'ye gitmelerine izin verilmiştir.
Bu antlaşmanın onuncu maddesiyle Ermenistan, Sevr Antlaşmasıyla
Doğu Anadolu'da kendisine verilen topraklardan da vazgeçiyordu.
18'inci maddeye göre Gümrü Antlaşması TBMM ve Ermenistan Taşnak
hükümetlerince onaylanacaktı.
Ama antlaşmanın imzasından bir gün sonra Ermenistan,
Kızılordu'nun denetimine girdi.
Sonunda 16 Mart 1921'de imzalanan Sovyet-Türk Moskova Antlaşması'yla
Ermenistan ile Türkiye arasındaki bugünkü sınır saptanarak, Erivan Vilayeti'nin
Sürmeli Kazası Türkiye'ye, Nahcivan, Ordubad (bütünüyle), Şarur ve Daralgez
(kısmen) Azerbaycan'a verildi ve Erivan Kenti, Ermenistan'ın başkenti oldu.
Bu durum 13 Ekim 1921'de Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan
Sovyet hükümetleriyle imzalanan Kars Antlaşması'yla da onaylandı.
Bütün bu olaylardan sonra 1932 yılında Erivan Kenti'nin
100.000'i aşan nüfusu içinde Türkler % 6.3'e düştüler.
Sevgili okurlarım, gördüğünüz gibi, tarihte hem Türk-Ermeni
ilişkileri hem de bu ilişkilerin sahnesi olan topraklar inanılmaz serüvenler
yaşadı; ne yazık ki bu serüvenler, günümüzde ancak uluslararası bir soykırım
iddiasını doğurdu.
Şimdi olayları irdeleme ve bir genel çerçeveye oturtma
çabasını sürdürelim.
Osmanlı'nın Yıkılış Döneminde Ermeni Örgütlenmeleri
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı nasıl imparatorluğun
Aydınlanma'yı ve Endüstri Devrimi'ni kaçırmış olmasından kaynaklanıyorsa,
sürecin hızlanması ve sonuçlanması da aynı biçimde, Avrupa'da gelişen ve
Balkanlar üzerinden imparatorluğu etkisi altına alan Milliyetçilik Akımları'yla
ortaya çıkar.
Bir başka deyişle Osmanlı imparatorluğu'nu sona erdiren
siyasal sürecin Milliyetçilik Akımları olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz.
Aydınlanma'nın ve Endüstrileşme Süreci'nin doğal sonucu olan
Milliyetçilik Akımları Avrupa'da ortaya çıktığı için, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun
Batı'yla yakın ilişkide bulunan öğelerini, Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Ermeniler
gibi "cemaatleri" etkilemiştir.
Bu etkileme, Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşmak isteyen İngiltere,
Rusya, Almanya, Fransa gibi büyük güçlerin de desteğiyle bir süre sonra
imparatorluk içindeki ayrılıkçı akımları doğuran son derece hızlı bir
"Uluslaşma Süreci"ne dönüşmüş ve bu süreç imparatorluğun sonunu getirmiştir.
Bu "etkileme süreci" bir yandan misyonerlik
etkinlikleriyle sürdürülürken, öte yandan siyasal baskılarla da desteklenmiş,
bütün Hıristiyan öğeler yavaş yavaş, önce özerk yapılara dönüştürülerek, sonra
da bağımsızlıkları sağlanarak imparatorluktan koparılmıştır.
Tabii bu dönem içinde, imparatorluğu paylaşmak isteyen
Avrupalı devletlerin birbirleriyle rekabeti olayı hızlandırmış, bir süre sonra
bunlara Amerika Birleşik Devletleri'nin katılmasıyla ve bu ülkeden kaynaklanan
misyonerlik etkinliklerinin de sahneye çıkmasıyla, "Hıristiyan
cemaatlerin" uluslaşma ve imparatorluktan bağımsızlaşma süreci doruk
noktasına çıkmıştır.
İşte imparatorluğu sarsan Ermeni ayaklanmalarını da Yunan,
Bulgar, Arnavut ve benzeri uluslaşma süreçlerinin bir parçası, bir uzantısı
olarak görmek ve ele almak zorunludur. Pek doğal olarak, Batılı devletlerin hem
misyonerlik etkinlikleriyle, hem de siyasal baskılarla desteklediği bu sürecin
başaktörü de Ermeni Patrikliği idi.
Ermeni Patrikliği doğal olarak, imparatorluğun
parçalanmasına yol açan Hıristiyan öğelerin uluslaşma süreçlerinde kimi zaman
önder, kimi zaman destekleyici bir rol üstleniyordu.
Gerek Rum gerekse Ermeni patriklerinin bu tür eylemleri,
kendi inançları ve cemaatleri açısından son derece doğal bir nitelik taşıyordu.
Ayrıca dönemin Milliyetçilik Akımları ve büyük Avrupalı
devletlerin destekleri bu tür eylemleri daha da olanaklı ve işlevsel kılıyordu.
Böylece özellikle XIX. yüzyılda patrikler, arkalarındaki
büyük Avrupa devletlerinin desteğiyle, kendi cemaatlerinin uluslaşmalarına ve
Osmanlı'dan bağımsızlaşmalarına büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Örneğin Rum Patriği Grigorius, Eflak-Buğdan ve Mora
isyanlarını planladığı için, 1821 yılında II. Mahmut tarafından patrikhanenin
kapısı önünde asılmıştır.
Patrik Grigorius'un bu isyandaki rolü, Rus Sefiri Ignatiyef
in anılarında yayınladığı, Çar'a yazmış olduğu mektupla da belgelenmiştir.
Örneğin Atatürk de Nutuk'da, Rum silahlı örgütü Mavri Mira
Cemiyeti'ne Ermeni Patriği Zaven Efendi'nin destek verdiğini belirtir.
Patriklerin rollerinin etkinleşmesiyle Ermeni
milliyetçiliğine dayalı olarak her türlü yöntemi, bu arada özellikle şiddeti ve
terörü kullanan Ermeni örgütlerinin ortaya çıkması XIX. yüzyılın sonunda,
birbirini destekleyen iki süreç niteliği kazanır.
Bu örgütlerin en önemlilerinden biri 1887 yılında İsviçre'de
kurulan Hınçak Komitesi'dir.
Rusya kökenli Ermeni gençlerinin kurduğu bu örgüt, Mancist
bir yaklaşıma sahipti.
Amaçları "Ermenistan'ın, Osmanlılardan bağımsızlaşmasını"
sağlamaktı.
Bir başka önemli Ermeni örgütü 1890 yılında Tiflis'te
kurulan Ermeni İhtilalci Federasyonu (Taşnaksütyun) idi
Bir anlamda ihtilalci komiteler arasındaki bir federasyon
niteliği taşıyorlardı. (Taşnaksütyun, zaten Ermenice'de federasyon anlamına
gelmektedir.)
Türkçe'de kısaca Taşnaklar denilen bu örgüt mensupları İstanbul'daki
Osmanlı Bankası baskınını, 1904 Sasun isyanını ve Abdülhamit'e karşı girişilen
bombalı suikastı düzenlemişlerdi. (Ermeni örgütleri için, Bilal Şimşir'in 2005
yılında Bilgi Yayınevi tarafında basılan Ermeni Meselesi, 1774-2005 adlı
kitabına bakılabilir.)
1890 yılından itibaren Ermeni Komitacılar'ı Osmanlı topraklarında
sayısız isyan çıkartmışlar, pek çok Türk ve Kürt öldürmüşler, kendileri de bu
isyanların bastırılması sırasında pek çok kurban vermişlerdir. (Kâmuran Gürün,
Ermeni Dosyası adlı kitabında bu sırada ölen Ermenilerin sayısının 20 bine bile
ulaşmadığını, Batılıların ise bu sayıyı 300 bine kadar abarttıklarını belirtir.
Aynı dönemde öldürülen Türk ve Kürtlerin sayısının ise 25 bine ulaştığını
söyler, s. 242)
Tabii dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün başladığı,
Yunan ve Bulgar milliyetçiliği gibi hareketlerin Batılılar ve Ruslar tarafından
sürekli desteklendiği, Ermenilere yönelik etkinliklerde Amerikalı misyonerlerin
de devreye girdiği bir dönem olduğu için Ermeniler, bu eylemlerine büyük bir
ısrarla ve umutla devam etmişlerdir.
Olayın ne denli yaygın ve etkin olduğunu belirtmek için tek
bir veriye bakmak yeterlidir:
Kâmuran Gürün, sadece 1895 yılı Eylül ve Aralık ayları
arasında Osmanlı topraklarında, bazılarının doğrudan doğruya misyoner
rahiplerce yönetildiği belirlenen 24 isyan olayı meydana geldiğini belirtir.
(Ermeni Dosyası, s. 224)
Dört ayda İmparatorluğun çeşitli yerlerinde 24 ayaklanma.
Ermeni isyanlarının yoğunluğunu bundan iyi anlatan başka bir
bulguya gereksinme yok sanırım.
Bu arada bütün bu isyanların ve cinayetlerin sonunda,
Osmanlı'ya Batılı devletlerin bastırmasıyla isyanların yoğun olduğu altı
vilayette birtakım ıslahat önlemleri alınmasına karar verildi.
Her valiye Ermeni bir yardımcının atanması, polislerin etnik
nüfus oranına göre atanması gibi önlemleri içeren bu ıslahat programı, 1909
Adana ayaklanması üzerine uygulanamadı, ama Avrupalı devletlerin Osmanlı
üzerindeki nüfuzunun önemli bir belgesi olarak tarihe mal oldu. (Gürün bu çalışmaları
ve ardındaki baskıları ayrıntılı olarak anlatır: s. 243-277.)
Bu arada Ermeni teröristlerin 1896'da Galata'da Osmanlı Bankası'nı
bastıklarını, pek çok kişiyi katlettiklerini ve 1905 yılında Abdülhamit'e karşı
26 kişiyi öldüren ve 58 kişiyi yaralayan 80 kiloluk bir bombayla bir suikast
düzenlediklerini ve Padişah'ın bu suikasttan birkaç dakikalık bir gecikme
dolayısıyla kıl payı kurtulduğunu belirtmek gerekir.
Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Tehciri
Ermeni olayları, 24 Temmuz 1908'de ilan edilen İkinci Meşrutiyet'le
topluma yayılan göreli özgürlük ortamında ve çöküşün hızlandığı bir süreçte
yoğunlaşır:
5 Ekim 1908'de Avusturya, Bosna-Hersek'i işgal etmiş, aynı
gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, 6 Ekim'de Yunanistan, Girit'i ilhak
etmişti.
Pek doğal olarak bütün bu oluşumlar, Ermeni bağımsızlık
hareketlerini kışkırtıcı etkiler yapıyordu.
31 Mart'taki (13 Nisan 1909) gerici askerlerin
ayaklanmasının ertesi günü Ermeniler, 1895 olaylarının intikamını almak için
Adana isyanı'nı başlattılar.
Bu olayların sonunda da 2 bine yakın Türk ve Kürt, 17 bin
kadar da Ermeni öldü.
Ermenilerin en büyük umudu, Osmanlı tmparatorluğu'nun bir
savaşa girmesiydi.
Kasım 1914'te Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşıı'na
girince, Ermeniler bekledikleri fırsatın ortaya çıktığını düşündüler,
haklıydılar da.
Osmanlı imparatorluğu, üç koldan ateş altındaydı:
Batıda ingiliz ve Fransızların Çanakkale, doğuda Rusların
Doğu Anadolu, güneyde İngilizlerin Süveyş harekâtı başlamıştı.
Ruslar Doğu Cephesinde ilerlerken, Osmanlı tebaası olan
Rumlar'ı ve Ermenileri silahlandırıp Türk ve Kürtler'e karşı hem cephe hem de
çete savaşına girmelerini sağlıyorlardı.
15 Nisan'da Ermenilerin Van İsyanı başladı.
Artık Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı
çerçevesinde hem dışta hem de içte savaşmak durumunda kalmıştı.
24 Nisan'da bu isyanı İstanbul'dan yönlendirenler
tutuklanır. (Ermenilerin "soykırım" iddiasıyla gündeme getirdikleri
anma günü bu tarihtir.)
27 Mayıs 1915 günü "Vakti seferde icraatı Hükümete karşı
gelenler için ciheti askeriyece ittihaz olunacak tedabir (tedbirler) hakkında
Kanunu muvakkat" çıkarıldı ve Rus cephesindeki Ermenilerin güneye göç
ettirilmesi kararı alındı.
Tabii bu durum, Ermeni sorununa yeni bir boyut kazandırdı.
Bir yandan savaş koşulları içindeki yokluk ve düzensizlik
ortamında göç ettirilen Ermenilerin büyük bir bölümü yolda, hem açlık ve
hastalıktan hem de eşkıya çetelerinin saldırıları sonunda hayatlarını
kaybettiler, öte yandan yer yer çıkan isyanlarla, Ermeni sorunu yaygınlaştı ve
göç ettirmenin kapsamı da genişletildi.
Bu arada İstanbul'dan vilayetlere yollanan pek çok
genelgede, tehcir edilen Ermenilerin can güvenliklerinin sağlanması için
gerekli önlemlerin alınması gereği belirtiliyordu.
Ama zaten büyük devletlerle her cephede savaşan bir
imparatorlukta, bu önlemlerin ne denli yeterli olabileceği tartışma konusudur…
Fakat olayın ilginç bir yönü, Mondros Ateşkesi üzerine
İstanbul'u işgal eden müttefiklerin tutukladıkları Osmanlı İmparatorluğu'nun
ileri gelenlerini Malta'ya sürmeleri ve Ermeni katliamı iddiasıyla bunları
yargılamak istemeleri konusunda ortaya çıktı:
İngiliz Başsavcılığı katliam hakkında resmi belge isteyince,
iç ve dış bütün arşivlerde yapılan aramalara karşın böyle belgeler bulunamadı
ve Malta Sürgünleri için Ermeni Katliamı konusunda dava açılamadı. (Malta
Sürgünleri konusunda Bilal Şimşir'in aynı adla, 1976 yılında Milliyet Yayınları
tarafından basılmış olan kitabına bakılabilir.)
Buna karşılık, Padişah Vahdettin'in Sadrazamı Damat Ferit
Paşa tarafından kurulan Nemrut Mustafa Paşa Divanı Harbi, ittihatçı liderleri
idama mahkûm etti.
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de aynı mahkeme tarafından
Ermeni Tehciri konusunda ihmali görüldüğü için idama mahkûm edilmiş ve idam
cezası trajik bir biçimde infaz edilmiştir.
Tehcir olayının sonunda, Ermenileri destekleyen Batı
kaynakları abartılmış sayılarla 1,5 milyon Ermeni'nin öldüğünü öne
sürmektedirler.
1,5 milyon iddiası, ciddi Batılı araştırmacıların Osmanlı İmparatorluğu'nda
yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu için verdikleri sayıdan kaynaklandığı
açıktır.
Bu nüfus, bütün ciddi araştırmacıların yapıtlarında ve
Encyclopedia Britannika'nın 1910 baskısında 1,5 milyon olarak gösterilir.
Daha sonra Encyclopedia Britannika'nın 1953 baskısında bu
sayı 2,5 milyona yükseltilir.
1910 baskısındaki maddeyi yazan bir İngiliz, 1953'teki
maddeyi yazan bir Ermeni'dir. (Gürün, s. 135. Nüfus sorunu için s. 124-151)
Bu iddialara karşılık, 11 Aralık 1918'de (Sevr Antlaşması müzakerelerinde
Ermeni heyetinin başkanlığını yapmış olan) Boğos Nubar Paşa, Fransız Dışişleri
Bakanlığı'na verdiği bir raporda tehcir edilen Ermenilerin sayısının 600-700
bin olduğunu ve bunların 390 bin kadarının da yardıma muhtaç durumda olduğunu
belirtir. (Şimşir, s. 89)
Savaşın sona ermesiyle Ermeniler amaçlarına vardıklarını
sandılar:
10 Ağustos 1920'de, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı
İmparatorluğu'nun imzaladığı Sevr Antlaşması ile Anadolu'da bir Ermeni Devleti
kuruluyordu.
Oysa varılan bir amaç yoktu; tam tersine Mustafa Kemal
Atatürk'ün önderliğindeki halk, Anadolu'nun tarihini yeniden biçimlendirmeye
başlamıştı.
Olaylar bundan sonra artık Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı
serüveni çerçevesinde gelişecekti.
Bu arada, iyi örgütlenmiş ve Batılı ülkelerin desteğini de
almış olan Ermeni komitacılar, 15 Mart 1921'de eski Sadrazam Talat Paşa'yı
Berlin'de, 6 Aralık 1921'de eski Sadrazam Sait Halim Paşa'yı Roma'da ve 22
Temmuz 1922'de eski Bahriye Nazın Cemal Paşa ve yaverlerini Tiflis'te öldürdüler.
Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı'nda Ermeni Sorunu
Türkiye'nin, eski deyimle "İstiklal Harbi", yeni
söyleyişle "Bağımsızlık Savaşı", gerçek bir destandır:
Düşünün, zaten Endüstri Devrimi'ni kaçırdığı için gittikçe
güçsüzleşen bir imparatorluk.
Bu güçsüzlüğü sonunda, girişilen savaşlarda yitirilen
insanlar ve topraklar.
En sonunda da Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı
yenilgilerinin getirdiği açlık, sefalet ve moral bozukluğu ve daha da önemlisi,
düşmanın ülkeyi fiilen işgali.
Sanki ingilizler, Fransızlar ve italyanlar tarafından
gerçekleştirilen bu işgal yetmiyormuş gibi, bir de batıdan taze Yunan
ordularının ve doğudan Ermeni güçlerinin saldırısı.
Amerika'nın da desteğiyle imparatorluğa dayatılan bir Sevr
Antlaşması ve sadece askeri değil, ekonomik ve siyasal olarak da el konmuş bir
Anadolu.
Halk yorgun, bezgin, aç, hasta ve güçsüz; tarım çökmüş,
endüstriyel üretim zaten yok, para yok, ordular yenile yenile küçülmüş ve
bezgin.
Düşmana karşı yapılan savaşa Padişah Vahdettin ve onun şeyhülislamı
Dürrizade karşı; bunu da fetvalarla halka duyuruyorlar.
Bu koşullarda yapılan bir Bağımsızlık Savaşı, tarihin
akışını Anadolu'da değiştiren bir destandır.
İşte Doğu Anadolu'da Ermeni ordularıyla yapılan savaşlar bu
destanın sadece bir parçasını oluşturur.
Aslında Ermeni olaylarının bir soykırım olmadığının en güzel
kanıtlarından biri de bu savaşlardır:
Hangi ülkede, soykırıma uğradığını öne süren bir azınlık,
düzenli ordularla içinde yaşadığı devlete karşı bir savaş sürdürebilmiştir?
Düzenli ordular kurabilecek bir güce sahip, ardında tüm Batı
dünyasının desteği olan bir cemaati soykırıma uğratmak olanaklı mıdır?
Her neyse, şimdi biz Bağımsızlık Savaşı tarihi içindeki
Ermeni savaşlarına kısaca bir göz atalım:
Doğu cephesi komutanı Kâzım Karabekir Paşa'dır.
3 Mayıs 1919'da Erzurum'da görevine başlamıştır.
Mondros koşullarının yerine getirilmesi için ise İngiliz Albay
A. Rawlinson görevlendirilmiştir.
Amerika'nın bölgedeki temsilcisi Robert Dunn'dır.
Her üçü de anılarını yazmış olduğundan bu bölgede olup
bitenler hayli gerçekçi bir biçimde günümüze aktarılmıştır.
Rusya'da Sovyet İhtilali başlamış, fakat henüz Bolşevikler
tüm ülkede denetimi bütünüyle ele geçirememişlerdir, Çarlık yanlılarıyla
muharebeler sürmektedir; Karabekir, Rusların, İngilizlerin varlığından rahatsız
olduğunu fark etmiş ve bunun milli dava için iyi bir işaret olduğunu kaydetmiştir.
Mondros Ateşkes'i koşullarında konuşulan konu, Rusya ile
Irak arasında bir tampon bölge kurulsun diye, İngilizlerin Amerikan mandası
altında bağımsız bir Ermenistan'ı desteklemeleridir.
Bu arada Ermeni ordularının Müslüman yerleşimlere
saldırılan, kimi zaman başarısız da olsa, sürekli olarak sürmektedir.
Aynı zamanda Ermeni çetecileri de Türklere ve Kürtler'e
karşı savaşı aralıksız olarak devam ettirmektedir.
Trabzon'da Pontus'cu Rumlar da önemli bir tehdit oluşturmaktadır.
Karabekir'in gözlemlerine göre Ermeniler, İngiliz desteğiyle
yerli Müslüman halkı katlederek, bölgede nüfus çoğunluğunu oluşturmaya çalışmaktadır.
Sarıkamış ve Kars üzerindeki Ermeni baskısı ve saldırıları arttıkça
Karabekir Paşa artık harekete geçmek zorunluluğu hissetmektedir.
Tam bu sırada 16 Mart 1920'de İstanbul işgal edilir.
Daha sonra Malta'ya sürgün edilecek olan ve aralarında eski
Sadrazam Sait Halim Paşa, Fethi Okyar, Ahmet Emin Yalman, Ziya Gökalp, Rauf
Orbay gibi isimlerin bulunduğu pek çok üst düzey asker ve sivil Osmanlı tevkif
edilir.
Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın telgraf emriyle,
Karabekir Paşa da Albay Rawlinson'u gözaltına aldırır. (Sonradan Malta
Sürgünleri'yle değiş tokuş edilecektir.)
Ermeni saldırılarının ve zulmünün daha da artması,
Karabekir'in 1920 yılının bahar aylarında bir harekât önermesine yol açıyor,
fakat Ankara'nın, başarıları artan Bolşevikler'le aradığı ittifak bu harekâtın
bir süre geciktirilmesine neden oluyor.
Sevgili okurlarım, bu noktaya çok dikkat etmek gerek:
Mustafa Kemal Paşa, Ankara'da, yeni Sovyet Hükümeti'yle
anlaşmadan Doğu Harekâtı'nın başlamasına izin vermiyor; Atatürk sadece büyük
bir komutan değil, büyük bir politikacıydı da.
Bu arada Ermeni saldırıları ve işgalleri artıyor.
Nihayet Ankara'dan izin geliyor ve Karabekir Paşa 28 Eylül
1920'de sabah saat 3'te harekâta başlanması emrini veriyor.
Sonuç olarak Karabekir Paşa'nın birlikleri Sarıkamış'ı ve 30
Ekim'de Kars'ı Ermenilerden geri alıyorlar.
7 Kasım'da Gümrü teslim alınıyor ve 8 Kasım'da Ermenilerin
isteği üzerine ateşkes koşulları görüşülmeye başlanıyor.
10 Kasım'da Ermeniler ateşkes koşullarını reddediyorlar ve
savaş tekrar başlıyor. Ermeniler yine yenilince ateşkes yeniden görüşülüyor ve
Aralık'ta Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ilk uluslararası antlaşmasını,
Ermenilerle imzalıyor.
Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından bir gün sonra,
Ermenistan, Bolşevikler tarafından işgal ediliyor ve Erivan'da Sovyet
Ermenistan Cumhuriyeti kuruluyor.
Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla Gümrü Antlaşması'nın
onaylanması askıya alınıyor, sonunda, 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ve daha
sonra 13 Ekim 1921 Kars Ant-laşması'yla Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır
belirleniyor.
Bu arada güneyde, Kilikya bölgesinde, Maraş, Antep, Urfa ve
Mersin'de, Fransız işgali altındaki topraklarda, Fransızların desteğiyle Ermeni
gerilla hareketleri başlıyor.
Müslüman halk son derece yetersiz çete savaşlarıyla bunlara
karşı koyuyor.
Nihayet Fransızlarla 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması'yla
Güney Cephesi'ndeki Ermeni olayları da sonlandırılıyor.
Fakat bu arada, Avrupa'da sürekli olarak Türklerin
Ermenileri katlettikleri propagandası yayılıyor ve her muharebeden sonra Ermeni
kayıpları son derece abartılı olarak veriliyor.
Böylece acımasız savaşların abartılmış bilançosu, bugün
önümüze bir "soykırım" iddiası olarak çıkıyor.
Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı, sadece Birinci Dünya Savaşı'nın
galibi olan Batılı devletlere karşı değil, aynı zamanda içerde Padişah'ın kışkırtmasıyla
ayaklanan asilere, Ege'yi işgal eden Yunanlılar'a ve Doğu Anadolu ile Güney
Doğu Anadolu'yu kana bulayan Ermenilere karşı da kazanılıyor.
Bugün soykırım iddiaları olarak karşımıza çıkan olay, işte
Anadolu'nun paylaşılmasına ilişkin bu tarihsel hesaplaşmanın, günümüzde de
sürdürülmek istenmesinden başka bir şey değildir.
XX. Yüzyılın ikinci Yarısındaki Ermeni Saldırılan ve
Cinayetleri
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında, Lozan'da, İsmet
Paşa'ya suikast yapmak isteyen ve daha sonra Mustafa Kemal'e suikast girişimini
planlama aşamasında yakalanan Ermeni eylemcileri, 1945 yılına kadar göreli bir
sessizlik dönemine girdiler.
1945'teki bireysel bir-iki girişimin dışında, örgütsel
olarak 1960'ların ortasına kadar devam eden bu göreli sükûnet, Ermenilerin,
"Soykırımın ellinci yılı" dedikleri 1965 öncesinde yeniden tırmanmaya
başladı.
Uluslararası düzeyde, özellikle Amerika'da ve Fransa'da
tırmanan bu örgütlü etkinlikler, 1970'li yılların başından itibaren doğrudan
cinayetlere dönüştü.
Ermeniler dünyanın her yerinde Türk diplomatlarına ve Türk
Hava Yolları gibi Türk kuruluşlarına pek çok saldırı düzenlemeye başladılar.
Bütün dünyanın ilgisiz ya da Ermenileri destekleyen gözleri
önünde gerçekleştirilen bu saldırıların önemini ve genişliğini belirtmek için
sadece ölümle sonuçlanan yani cinayet niteliği taşıyan olayların listesini aşağıda
veriyorum:
1) 27 Ocak 1973. Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve
Muavin Konsolos Bahadır Demir, Santa Barbara da öldürüldü.
2) 22 Ekim 1975. Avusturya Büyükelçisi Danış Tunalıgil,
Viyana'da öldürüldü.
3) 24 Ekim 1975. Fransa Büyükelçisi İsmail Erez ile şoförü
Talip Yener, Paris'te öldürüldü.
4) 16 ġubat 1976. Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar
Cirit, Lübnan'da öldürüldü.
5) 9 Haziran 1977. Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, Roma'da
öldürüldü.
6) 2 Haziran 1978. İspanya Büyükelçimizin eşi Necla Kuneralp
ile emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu, Madrid'de öldürüldü.
7) 12 Ekim 1979. Hollanda Büyükelçimizin oğlu Ahmet Benler,
Lahey'de öldürüldü.
8) 22 Aralık 1979. Fransa Büyükelçiliği Turizm ve Tanıtma
Müşaviri Yılmaz Çolpan, Paris'te öldürüldü.
9) 31 Temmuz 1980. Yunanistan Büyükelçiliği İdari Ataşesi
Galip Özmen ile kızı Neslihan Özmen, Atina'da öldürüldü.
10) 17 Aralık 1980. Sydney Başkonsolosu Şarık Arıyak ile
koruma görevlisi Engin Sever, Sydney'de öldürüldü.
11) 4 Mart 1981. Fransa Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Reşat
Morali ile Din Görevlisi Tecelli Arı, Paris'te öldürüldü.
12) 9 Haziran 1981. Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli
Sekreteri Mehmet Savaş Yergüz, Cenevre'de öldürüldü.
13) 24 Eylül 1981. Paris'te Başkonsolosluk basıldı,
Başkonsolos Kaya İnal yaralandı ve Koruma Görevlisi Cemal Özen, öldürüldü.
14) 28 Ocak 1982. Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, Los
Angeles'te öldürüldü.
15) 4 Mayıs 1982. Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz
Boston'da öldürüldü.
16) 7 Haziran 1982. Portekiz Büyükelçiliği İdari Ataşesi
Erkut Akbay ile eşi Nadide Akbay, Lizbon'da öldürüldü.
17) 27 Ağustos 1982. Kanada Büyükelçiliği Askeri Ataşesi
Kurmay Albay Atilla Altıkat, Ottowa'da öldürüldü.
18) 9 Eylül 1982. Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora
Süelkan, Bulgaristan'ın Burgaz kentinde öldürüldü.
19) 9 Mart 1983. Yugoslavya Büyükelçisi Galip Balkar, Belgrad'da
öldürüldü.
20) 14 Temmuz 1983. Belçika Büyükelçiliği idari Ataşesi
Dursun Aksoy, Brüksel'de öldürüldü.
21) 27 Temmuz 1983. Lizbon'da Portekiz Büyükelçiliği konutu
basıldı, Maslahatgüzar Yurtsev Mıhçıoğlu ve oğlu Atasay Mıhçıoğlu yaralandı,
Maslahatgüzarın eşi Cahide Mıhçıoğlu ve bir Portekiz polisi öldürüldü.
22) 28 Nisan 1984. İran Büyükelçiliği'ne düzenlenen bir dizi
saldırı sonunda sekreter Şadiye Yönder'in eşi Işık Yönder, Tahran'da öldürüldü.
23) 20 Haziran 1984. Avusturya Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri
Vekili Erdoğan Özen, Viyana'da öldürüldü.
24) 19 Kasım 1984. Birleşmiş Milletler Viyana Bürosundaki
Türk Direktör Evner Ergun, Viyana'da öldürüldü.
Sevgili okurlarım değerli araştırmacı-yazar, eski Büyükelçi
Bilal N. Şimşir'in Bilgi Yayınevi'nce 2000 yılında basılan iki ciltlik şehit
Diplomatlarımız adlı kitabından derlediğim bu listede, Ermenilerin taşeronu
olarak çalışan Yunan terör örgütlerinin öldürdüğü ya da dünyanın başka
yerlerinde Türkiye düşmanlannca öldürülen öteki dışişleri mensuplarının adları
yok.
Ayrıca cinayetle sonuçlanmayan, sadece baskın niteliğinde
olan veya yaralamayla sonuçlanan suikast olaylarını da liste dışı bıraktım.
Bu dönemde Ermeniler tarafından 4 kıtada 20'den fazla ülkede
200'den fazla saldırı gerçekleştirilmiştir. Doğrudan Ermeni teröristler
tarafından öldürülenlerin sayısı 30'u geçmiştir.
Sanıyorum bu cinayet listesi, gerek soykırım iddialarını öne
sürenlerin, gerekse onlara destek veren Batı devletlerinin dayandıkları insani
ya da hukuki gerekçelere yeterli karşı kanıt oluşturmaktadır!
Ermeni Soykırımı İddiasını Yasalar Aracılığıyla Dayatma
Girişimi
Ermeni Soykırımı iddialarını öne sürenlerin işledikleri
insanlık dışı cinayetlere ek olarak, bir uluslararası dayatma da çeşitli
ülkelerin parlamentolarının kabul ettikleri "Ermeni Soykırımı
Yasaları" aracılığıyla gerçekleştirilmektedir.
Bir tarihsel olay hakkında meclislerden yasa çıkararak
"Bu olay olmuştur. Aksini savunmak yasaktır" anlayışını egemen
kılmanın ne denli hukuksal, bilimsel ya da nesnel bir yaklaşım olduğu çok
tartışmalıdır. Yasalarla tarih yazmak, tarihin doğrudan doğruya saptırılması
anlamını taşımaz mı?
Fakat demokratik rejimin bazı cilveleri vardır:
Birçok ülkedeki Ermeni nüfus, seçim bölgelerindeki politikacılar
üzerinde baskı kurarak bu tür kararların alınmasını sağlamaktadır.
Bugüne kadar Almanya, Arjantin, Belçika, Fransa, Hollanda,
İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lübnan, Polonya, Rusya Federasyonu, Slovakya,
Uruguay, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Ermeni Soykırımıyla ilgili yasama
kararları almıştır.
Avrupa Parlamentosu'nda da aynı biçimde kararlar alınmıştır.
Her ne kadar bugün Avrupa Parlamentosu'nun kararları
"icrai" bir nitelik taşımıyor gibi görünüyorsa da Türkiye'ye
dayatılan "Müzakere Çerçevesi Belgesi"nde Avrupa Birliği'nin bütün
organlarının kararları geçerli sayıldığından, daha şimdiden Türkiye-Avrupa
Birliği ilişkilerinde bir pürüz ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlara ek olarak ABD'de pek çok eyalette ve Kanada,
Arjantin, Avustralya, İsviçre gibi ülkelerin bazı yerel meclislerinde de bu
konuda kararlar geçirilmiştir.
Hemen hemen her yıl, ABD parlamentosuna Ermeni Soykırımı
iddialarının resmen tanınması için önerilerde bulunulmaktadır.
Şimdiye kadar kimi zaman ABD Başkanı'nın doğrudan
müdahalesini gerektirecek kadar ciddi boyutlara ulaşan bu girişimler henüz bir
sonuç vermemiştir ama bu durum, ilerde de bir sonuç alınamayacağı anlamına
gelememektedir.
Ermeni Soykırımı için yasa çıkaran bazı ülkelerin
nedenlerini akılcı biçimde kabul etmekte zorlanıyorum ama en azından
görebiliyorum:
Fransa'da Ermeni seçmenlerin oluşturduğu büyük baskı,
Almanya'da Yahudi Soykırımı konusunda yalnız kalmama duygusu ve benzeri
nedenler, "yasa çıkartılarak tarihin yeniden yazılması" gibi bir
yanlışlığı kabul edilebilir kılmasa bile bu yanlışın ardındaki öğeleri
açıklıyor.
Beni büyük bir düş kırıklığına uğratan davranış Polonya'dan
geldi; soykırım yasasını çıkaran ülkeler listesine son günlerde katılan Polonya
ile tarihsel dayanışma bağlarımız vardı:
Polonya, Avusturya tarafından işgal edilip bağımsızlığını
yitirdiğinde Osmanlı Devleti bunu kabul etmemiş, hatta Saray'daki büyükelçi
kabullerinde, "Lehistan Sefiri" çağrısı yapılıp "Yolda. .."
denilerek, bağımsızlığın yitirilmesine karşı tavır alınmıştı; ünlü Şair Adam
Mickiewicz ile birlikte Adam Czartoryski, T. T. Jez, Sobozovvski, Adam
Michalowski gibi Polonyalı özgürlük ve bağımsızlık savaşçılarına, şair ve yazarlarına
sığınma hakkı tanımış ve onlara saygı göstermişti.
Öyle sanıyorum ki Polonya'nın toplumsal ve siyasal yapısına
egemen olan yoğun Katolik kültürü ve Yahudi soykırımı konusunda Almanlar'la işbirliği
yapanların tarihsel ağırlığı onları da bu yanlış kararı almaya yöneltti.
Peki bütün bu çabaların anlamı nedir?
Başka ülkelerin meclislerinin Türkiye'nin tarihiyle ilgili
kararlar almaları Türkiye'yi ne derece bağlar, ne gibi somut sonuçlar doğurur?
Aslında bu kararlar, güncel siyaset ve uluslararası hukuk
anlamında Türkiye'yle ilgili doğrudan ve somut bir sonuç doğurmuyor gibi
görünüyor.
Ama sorunun temeline inildiğinde durumun hiç de öyle basit
olmadığı anlaşılacaktır.
Örneğin Avrupa Birliği Parlamentosu'nun aldığı karar, tam
üyelik zamanında Türkiye'nin önüne konulacak bir koşul niteliği kazanabilir.
Ayrıca Türkiye'ye karşı uygulanan modelin "önce
soykırımı tanı, sonra tazminat öde, sonra toprak ver" biçiminde olduğuna
ilişkin pek çok ipucu vardır.
Örneğin bu satırların yazıldığı günlerde, 28 Ocak 2006'da
ajanslardan geçen şu habere bakınız:
"Aşırı milliyetçi Ermeni partisi Taşnaksütyun'un
sözcüsü, Ermenistan olarak ileride Türkiye'den toprak isteyebileceklerini
söyledi. Sözcü Giro Manoyan, 'Türkiye'den toprak talebi şu an dış politika
gündeminde bulunmuyor ancak bu ileride de bulunmayacağı anlamına gelmiyor,'
dedi.
"Giro Manoyan sözlerine, 'Bizim de bir parçası
olduğumuz mevcut hükümet, desteklediğimiz ve desteğimizi sürdüreceğimiz Devlet
Başkanı da bizim Anavatan taleplerimizi terk etmeyecek,' diye devam etti.
"Erivan'da bir yuvarlak masa toplantısında konuşan Giro
Manoyan, hiçbir Ermeni hükümetinin, Türkiye'den asla toprak talep
etmeyeceklerini söyleyemeyeceğini söyledi ve 'Hiçbir Ermeni hükümeti bunu
yapamaz çünkü bana göre Ermeni halkı böyle bir Hükümetin iktidarda kalmasına
asla izin vermez,' diye konuştu.
"Milliyetçi Taşnaksütyun sözcüsü, Ermenistan
yönetiminin şu anda böyle bir talepleri olmamasına karşın, 'Bugün böyle
taleplerimizin olmaması, yarın da olmayacağı anlamına gelmiyor,' dedi.
"Ermeni basını, Taşnaksütyun'un bu açıklamasının
ardından, 'Ermeni Devrim Federasyonu'na (Taşnaksütyun) göre, Ermenistan,
Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımıyor,' yorumu yaptı. Ermeni basınında çıkan
haberlerde, Ermenistan'ın gelecekte Türkiye'den 1915 öncesinde Ermenilerin
yoğun biçimde yaşadığı Türkiye topraklarını isteyebileceği belirtildi."
Çeşitli ülkelerdeki bu Ermeni Soykırımı Yasaları'nın bir
başka işlevi de kamuoyu oluşturmak, özellikle de gençleri bu
"bilgi"yle yetiştirmektir.
Örneğin Fransa, İsviçre gibi ülkelerde, Ermeni Soykırımı'nın
olup olmadığını tartışmak olanaklı değildir.
Daha doğrusu bu ülkelerde "Ermeni Soykırımı
yoktur" demek yasaktır; diyen cezalandırılır.
Sevgili okurlarım sakın bu yazdıklarımın bir abartma
olduğunu sanmasınlar. (Gerçekler, Türklere karşı bu konudaki önyargılar ve
uygulamalar o denli inanılmazdır ki, okuyanların bunların gerçek olduğuna
inanmalarının zor olduğunu düşünüyorum.)
Ünlü tarihçi Prof. Bernard Lewis, "Ermeni Soykırımı
yoktur," dediği için Fransa'da yargılanmış ve cezaya çarptırılmıştır.
Türkiye'de bir siyasal partinin genel başkanı olan Doğu
Perinçek'in, aynı nedenle İsviçre'de savcılık tarafından ifadesi alınmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde Ermeni Soykırımı Yasaları'nı
kabul eden eyaletlerde, okullarda Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları,
resmi bir tarih konusu olarak okutulmaktadır.
Bu eğitimin sonunda, yakın bir tarihte dünyayı yönetecek kişilerin
beyinleri bu konuda yıkanmış olacak, tarihin çok tartışmalı bir konusu dogmatik
bir inanç olarak dünyaya egemen kılınacaktır.
Ermeni Soykırımı İddialarının İki Kaynağı Hakkında
Neredeyse yüzyıllar öncesinde başlayan Anadolu'nun paylaşım
kavgasından kaynaklanan, yüzyıllar öncesinin din savaşlarına oturtulmuş bulunan
ve ne yazık ki günümüzde de, tarihsel bir kin, intikam ve toprak kazanma
duygusuyla desteklenerek sürdürülen "Ermeni Diasporası ile Ermenistan
arasındaki ilişkileri canlı tutmayı hedefleyen' Ermeni Soykırım iddialarının
günümüzde tarihsel olarak kullanılan iki temel kaynağı var.
Birincisi 1913-1916 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu
nezdindeki Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi Henry Morgenthau'nun
anıları, öteki James Bryce ile Arnold Toynbee'nin yazdıkları ünlü Mavi Kitap.
Önce Amerikan Başkanı Woodrow Wilson'a adanmış olan
Morgenthau'nun kitabı hakkındaki gölgelere bakalım:
(Bu arada Amerikan Kongresi'nin Lozan Antlaşması'nı hiçbir
zaman onaylamamış olduğunu da anımsatmalıyım.)
Kitap hakkındaki önemli bir iddia, Morgenthau'nun kendisi
tarafından değil, Ermeni sekreterleri tarafından kaleme alındığıdır.
Bu iddianın ne kadar doğru olduğu belli değil.
Ama belli olan bir şey var ki, o da dönemin Amerikan Başkanı
Wilson'un Irak ile Bolşevikler'in denetimine geçen Rusya arasında, Amerikan
nüfuzu altında, tampon bir Ermeni devleti kurmak yanlısı olduğu ve Hıristiyan
misyonerlerinin (dinsel ve siyasal) desteği bir yana, bu politikanın, Anadolu
üzerinde oynanan oyunlar çerçevesinde Sevr'e kadar uzanan ciddi sonuçlar
doğurduğu. (Aralarında Halide Edip Adıvar'ın da bulunduğu bir grup aydının,
Kurtuluş Savaşı sırasında, Türkiye için de "Amerikan Mandası"
istediği anımsanmalıdır.)
Kitap hakkında, Morgenthau'nun Hikâyesinin Arkasındaki Hikâye
adıyla Heath W. Lowry'nin araştırması, bu kitabın ne denli güvenilir (daha
doğru bir deyişle, ne denli güvenilmez) olduğunu ortaya koymaktadır.
Morgenthau'nun kitabındaki bilgilerle aynı dönemdeki
Amerikan konsoloslarının raporları bile birbirini tutmamakta, ayrıca verdiği
sayılar, son derece abartılı görünmektedir.
Ermeni Soykırımı iddiaları konusundaki ikinci kaynak kitap,
Bryce ve Toynbee tarafından kaleme alınan ve Mavi Kitap adıyla bilinen
kitaptır.
Kitabı yazdıran, İngiltere'nin Wellington House adıyla
bilinen propaganda bürosudur.
İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri'ni de kendi yanında
Birinci Dünya Savaşı'na sokmak istemekte, bu nedenle Wellington House'da
Almanlar ve Osmanlılar aleyhine propaganda kitapları hazırlatmaktadır.
Sonunda olumlu sonuç da alınır, Amerika 1917'de savaşa
girer.
Savaştan sonra 1925 yılında, Almanya'nın isteği üzerine
İngiliz Dışişleri Bakanı Chamberlain, Lordlar Kamarası'nda Almanlarla ilgili
Mavi Kitap'm düzmece olduğunu açıklamıştır.
Amerikalı araştırmacı Lustin McCarthy, yaptığı çalışmalarla
kitaptaki kaynakların güvenilmezliğini saptamıştır.
Ayrıca kitap, ünlü BBC yöneticisi, araştırmacı yazar Andrew
Mango tarafından da, "Mavi Kitap bir propaganda derlemesi. Tümü uydurma
değil. Ama iki mesele var. Tek taraflıdır. Bunlar Ermenilerin kurban olduğu
mezalimden bahsediyor. Türklerin uğradığı mezalimden bahsetmiyor. İkincisi,
belge hakiki olabilir ama gerçeği yansıtmayabilir," biçiminde
değerlendirilmiştir.
Bu konuda buraya kadar belirttiğim kaynaklar dışında Prof.
Stanford Shaw'un, Türkçe'ye çevrilmiş olan Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye kitabına bakılabilir.
Soykırım İddialarının Siyasal ve İdeolojik Temelleri Var
mıydı?
İddialar, belgeler, kaynaklar, abartmalar, önyargılar ve
benzerleri, gelip bir noktada düğümleniyor:
Osmanlılar Ermenilere soykırım uyguladı mı?
Daha doğrusu, tarihte yaşandığını bildiğimiz bu trajedi, bir
katliam mıydı, bir karşılıklı katliam yani mukatele miydi, yoksa bir soykırım
mı?
Bu sorunun yanıtı, önce Yahudi Soykırımı sırasında
Almanya'daki siyasal-ideolojik yapıya bakılarak, daha sonra da bu yapı
çerçevesinde Osmanlı'nın koşulları irdelenerek verilebilir.
Önce Almanya'yı anımsayalım:
Hitler, Cermen ırkının üstünlüğüne dayalı Nasyonal
Sosyalizmi, NAZİ ideolojisini üreterek iktidara gelmişti.
Yani Almanya'da Yahudi Soykırımı öncesi "Irkçı bir
ideolojik-siyasal yapı" topluma egemen olmuştu.
Almanlar, önce ırkçı bir yaklaşımla Cermen ırkının
üstünlüğüne dayalı bir inanç sistemi geliştirmişler, sonra da bu ırkçı
ideoloji-siyaset çizgisine dayalı olarak Yahudi ırkına karşı bir soykırım
uygulamışlardı.
Osmanlı'ya baktığımızda ise Birinci Dünya Savaşı öncesinde,
topluma ne milliyetçi ne de ırkçı bir yaklaşımın siyasal bir ideoloji olarak
egemen olduğunu görüyoruz.
Daha doğru bir saptamayla Osmanlı'nın en gecikmiş
milliyetçilik ideolojisi olan Türkçülük, o yıllarda henüz filizlenme aşamasındadır.
Türkçülük ideolojisine destek verdikleri ileri sürülen İttihat
ve Terakki Cemiyeti, 1908 İkinci Meşrutiyet darbesinden sonra, "kurtarıcı
ideoloji" olarak, uzun süre, milliyetçiliğin, yani Türkçülüğün tam tersi
olan "İttihadı Anasır" (Ögelerin-Unsurların Birliği) ideolojisine
sarılmıştır; çünkü amaç, imparatorluğun bütünlüğünü Hıristiyan ögeleriyle
birlikte korumaktır.
Nitekim İkinci Meşrutiyet'ten sonra oluşturulan Meclis'te
çok sayıda Hıristiyan mebusa, bu amacı gerçekleştirmek için yer verilmiştir.
Ziya Gökalp'ın öncülük yaptığı "Türkçülük" veya
"Türk Milliyetçiliği" akımı henüz filizlenmektedir ve anılardan
öğrendiğimize göre başta Talat Paşa olmak kaydıyla, İttihatçılar, Ziya Gökalp'ı
biraz müsamaha biraz da ilgisizlikle dinlemektedirler.
Gökalp'ın, ilk eserlerini 1910'lu yıllarda yayınladığı düşünülürse,
o zamanki iletişim olanaklarıyla bu fikirlerin bırakın toplumu, yönetici kadro
tarafından bile birkaç yıl içinde benimsenmesi ve bir "ırkçılık
bilincinin" gelişmesi olanaklı değildir, zaten de böyle bir şey olmamıştır.
O kadar olmamıştır ki, "Türk Milliyetçiliği" ancak
Cumhuriyet'in ilanından sonra (Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 oku çerçevesinde)
gündeme gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında devleti yöneten İttihatçıların
"tutarlı ve bilinçli bir Irkçı ya da Milliyetçi Türkçülük
ideolojileri" yoktu ki, bu ideolojiye dayalı olarak "Ermeni ırkını
yok etme" çabasında bulunsunlar.
Olaylar, Osmanlı'dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmak isteyen
Ermenilere, Birinci Dünya Savaşı çerçevesinde Rusların (ve öteki Batılı
devletlerin) verdiği fiili destek sonunda ortaya çıkan bir "savaş
trajedisidir".
Özet ve Sonuç: Mukatele Soykırım Değildir Ama Şimdi Ne
Yapılabilir?
Bütün dünyada ortaya çıkan "Ermeni Soykırımı
iddialarına" karşı tek yapabildiğimiz, haber bültenlerimizde, "Ermeni
Soykırımı iddiaları" tamlamasının başına "sözde" kelimesini
eklemek oldu.
Sevgili okurlar, konuyu bitirirken Ermeni sorunuyla ilgili
olarak kısa bir özeti dikkatinize sunmak istiyorum:
1) Ermeni sorunu, kökü Haçlı Seferleri'ne kadar dayanan,
Anadolu'nun paylaşılması mücadelesinin (ne yazık ki) günümüzdeki bir
uzantısıdır.
2) Günümüze yansıyan Ermeni sorunu, esas itibarıyla bir
din-tarım imparatorluğu olan Osmanlıların içindeki dinsel grupların (milletlerin),
farklı dinler üzerine kurulmuş olan öteki düşman imparatorluklar tarafından
kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır.
3) Olayın temelinde hem dinsel, hem de ulusal kimlik
sorunları yattığı için sorunun kökleri, hem dinsel kimliklerin önem taşıdığı
ortaçağa, hem de Milliyetçilik Akımları'nın ortaya çıktığı Fransız devrimine
kadar uzanmaktadır.
4) Ortaçağ ve Yeniçağ, uluslararası siyasetin de,
imparatorlukların iç işleyiş mekanizmalarının da büyük ölçüde dinsel
kimliklerden etkilendiği bir dönemdir.
5) Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanı olan öbür
tarım-din imparatorlukları, sürekli olarak Osmanlı'nın Hıristiyan tebaası
üzerine yatırım yapmışlar, Osmanlı'nın Hıristiyan nüfusunu, kendi nüfuzları
için kullanmak istemişlerdir.
6) Bu konuda en erken ve hızlı davranan Rusya'dır. Daha 1774
yılında Küçük Kaynarca Anlaşması'yla Osmanlılara, Rus Çarının, Osmanlı'nın
Hıristiyan tebaasının "koruyucusu" olduğunu kabul ettirmiş ve böylece
Osmanlı Ermenilerinin Rusya tarafından kışkırtılması resmen başlamıştır.
7) XVIII. yüzyılda Osmanlı'nın çöküş döneminin başlaması
sonunda ortaya çıkan "Doğu Sorunu"(Şark Meselesi-Eastern Question),
yani Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl paylaşılacağı konusu, derhal Ermeni ve Rum
"milletlerinin" Fransa, ingiltere, Almanya ve Rusya arasındaki
rekabet çerçevesinde, siyasal olarak kışkırtılmalarını ve kullanılmalarını dünya
stratejisi gündeminin en başına oturtmuştur.
8) Birinci Dünya Savaşı, hem Almanya'nın hem de Rusya'nın
aradan çekilmesine yol açınca Osmanlı İmparatorluğu, İngilizler, Fransızlar ve
İtalyanlar arasında taksim edilmiş, Rum milleti doğrudan Yunanistan ile, Ermeni
milleti de doğrudan Ermenistan ile ilişkilendirilerek, Amerika Birleşik
Devletleri'nin de desteğiyle Sevr Antlaşması yürürlüğe konmuştur.
9) Bu arada Rusya, Birinci Dünya Savaşı'nda savaşmakta olduğu
Osmanlı Imparatorluğu'na karşı Ermeni taburlarını örgütlemiş, Osmanlı
Ermenileri, doğuda ve güneydoğuda pek çok yerde, "uyruğu oldukları"
Osmanlı'ya karşı silahlı savaşa girişmiş, kurdukları çetelerle de Türkleri ve
Kürtler'i öldürmeye başlamışlardır; tabii Osmanlılar da bunlara karşı hem
nizami savaşı hem de çete savaşını sürdürmüşlerdir.
10) Osmanlı Ermenileri üzerinde yatırım yapan güçlerden
Fransızlar da Sevr Anlaşması'ndan sonra güneydeki ve güneydoğudaki işgallerinde
Fransız üniforması giydirilmiş Ermenileri kullanmışlardır.
11) 1900'lü yılların başlarında Amerika Birleşik Devletleri
de konunun önemini kavramış, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Boston merkezli
olmak üzere "misyoner" faaliyetlerini ve misyoner okullarını
başlatmıştır.
12) Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni siyasal düzenin
temellerini oluşturan Wilson'un 14 ilkesi, esas olarak Anadolu'nun paylaşılmasını
da düzenlemektedir.
13) Türkiye Cumhuriyeti, işgalci kuvvetler ve Ermenilerle
yapılan nizami savaşlar sonunda, bu savaşların kazanılmasıyla imzalanan anlaşmaların
ortaya çıkardığı bir devlettir.
14) Osmanlı imparatorluğu, kendisi milliyetçi ideolojiyi
(Türkçülüğü) geliştirememiş (geliştirmemiş) ve Milliyetçilik Akımları'nın
güçlenmesi sonunda parçalanmış bir imparatorluktur. Bu açıdan imparatorluğun
yöneticilerinin bir başka ulusa "soykırım" uygulaması ne siyasal ne
de ideolojik olarak olanaklıdır. Çünkü kendi "ulusal bilinçleri" bile
henüz gelişmemiştir.
Günümüzdeki Ermeni Soykırımı iddialarının ardında Ermeni
Diasporası vardır.
Yunanca "dağılma" demek olan Diaspora teriminin
iki anlamı var:
Birinci olarak, tarihin eski dönemlerinde, Babil sürgünüyle
ülkelerinden kovulmuş olan Musevilerin dünyaya yayılma olayını belirtiyor.
İkinci olarak da yabancı ülkelerde yaşayan Musevilerin oluşturduğu
cemaatlerin toplamı anlamına geliyor.
Musevi diasporası, dinsel-geleneksel olarak Musevilerin, tek
tanrılı dinlerini tüm insanlığa yaymak için Allah tarafından bütün dünyaya
dağıtıldığına ve bir gün kendilerine Allah tarafından "Vaat Edilmiş
Topraklar" olan İsrail'e döneceklerine inanır.
Bu inanç sonunda, İkinci Dünya Savaşı'ndaki soykırımın
bedeli olarak, İsrail Devleti kurulabilmiştir.
Diaspora sözcüğünün temelinde "topraksızlık"
anlayışı yatar.
İşte Ermeniler, Ermenistan dışında yaşayan ve çoğunluğu
Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarından göç etmiş soydaşlarını Diaspora diye
tanımlarlar.
Katliam, Arapça kökenli, "öldürmek" anlamına gelen
"kati" ile yine Arapça, "umum"dan gelen ve
"genel" demek olan "âmm" sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan,
tarihsel olarak zaptolunan bir yerin tüm halkını kılıçtan geçirerek öldürme
anlamını taşıyan bir kelimedir.
Mukatele, Arapça kökenli "kati" sözcüğünden
türetilmiş, "karşılıklı öldürme" anlamına gelen bir kelimedir.
Şimdi tarih felsefesi açısından bu sözcükleri kullanarak bir
çözümleme yapalım:
İlk ve orta çağlarda tüm imparatorluklar, yani devletler din
esasına göre örgütlenmiş olduklarından, bunlar arasındaki bütün savaşlar ve
kendi tebaaları olan farklı dinden ve mezhepten insanlara uyguladıkları yok
etme yöntemleri, çağdaş bir kavram olan soykırım tanımına ancak çok büyük bir
zorlama ile sokulabilir.
Ama böyle bir teşhis, tarih felsefesi açısından tarihi
saptıran bir teşhis olacaktır.
Bu nedenle de tarihin doğru bir yorumu olarak kabul
edilemez.
Çünkü o zaman, Haçlı seferleri, II. Ferdinando'nun, Ispanya'daki
Museviler ve Müslümanlar politikası sonucu onları öldürmesi ve göçe zorlaması,
önce Portekizlilerin ve İspanyolların, sonra da Amerikalıların Güney ve Kuzey
Amerika kıtalarının yerlilerini (Inkalar, Aztekler, Kızılderililer) yok etme
çabaları, Fransa'daki San Bartelemiy katliamı da, çağdaş bir kavram olduğu için
o dönemler açısından geçerli olmayan, soykırım diye tanımlanabilir.
Ama bu tanımlama da yanlış olacaktır.
Çünkü o dönemdeki tüm devletlerarası ilişkiler ve savaşlar,
ülkelerin farklı din ve mezheplerdeki tebaalarına uyguladıkları baskılar, ya
din ya da milliyet esasına göre yapıldığından, bu tanıma girmeyen hiçbir savaş
ve toprak işgali hemen hemen yoktur.
Aynı mantık, yani tarihin aynı yorumu, Osmanlı İmparatorluğunun
katıldığı ve yenilerek yok olduğu Birinci Dünya Savaşı sırasında,
İmparatorluğun savaştığı devletler arasında bulunan Ruslara yardım etmek için
ayaklanan ve Rus orduları ile birlikte çevrelerindeki Türkleri ve Kürtler'i
katleden Ermenilere karşı imparatorluğun uyguladığı tedbirler için de
geçerlidir.
Ermenilerin, Rusların desteğiyle Türklere ve Kürtlere
uyguladıkları katliam, bu çerçevede Kürtlerin ve Türklerin, Ermenilere karşılık
vermeleri ve imparatorluğun da bu durumda Ermenilere karşı aldığı önlemler, bir
"soykırım" değil, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan trajik bir
"mukatele" olayıdır.
Bu "mukateleyi" bir "soykırım" gibi
anlamak ve dünya kamuoyuna böyle sunmak, tarihin yanlış yorumlanması ve bu nedenle
de saptırılması anlamını taşır
.
Ermenilerin, hem "soykırım" iddialarının temelinde
hem Ermenistan dışındaki Ermenileri, Musevi Diasporası'na koşut bir biçimde
"Ermeni Diasporası" diye nitelemelerinin ve bu diasporayı Türk
düşmanlığıyla ayakta tutmaya çalışmalarının altında, Musevilerin İsrail Devleti
modeline yol açan oluşumların taklidi ve bu devlete giden aynı yolun, aynı
amaçla izlenmesi uygulaması yatmaktadır.
"Türk düşmanlığı" bu çerçevede, sadece siyasal
amaçlı değil, kimliğini yitirmekte olan Ermeni Diasporası'nı canlı tutmak için
kültürel bir araç olarak da kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi bir grubu bir arada tutmanın en iyi yolu,
onları "ortak bir düşmana karşı birleştirmektir".
Ermeni Diasporası'nm mali, ekonomik ve siyasal gücüne muhtaç
olan Ermenistan, bu soydaşlarının bulundukları ülkelerde asimile olmalarını
engellemek için de "soykırım" iddialarını sürekli olarak gündemde
tutmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki pek çok eyalette ve daha
önce listesini verdiğim ülkelerde kabul edilen "Ermeni Soykırımı"
yasalarının temelinde işte bu öge de önemli bir rol oynamıştır.
Bu durumda, Türkiye'nin yapacağı iki ayrı şey vardır:
Birinci olarak, bugüne kadar, Atatürk'ün "Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh" anlayışı çerçevesinde üzerinde pek durulmayan "Ermeni
sorunu" bütün boyutlarıyla ele alınmalı, hem ulusal eğitim programlarında
hem de uluslararası platformlarda tarih, bütün çıplaklığıyla öğretilmeli ve
tartışmaya açılmalıdır.
İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu konudaki
muhatapları iyi belirlenmeli ve onlarla derhal, "Ermeni sorunu"nu
çözecek adımlar atmak için yakın ilişkilere girilmelidir.
Muhataplarımız, hiç kuşkusuz önce Ermenistan Cumhuriyeti,
sonra İstanbul Patriği başta olmak kaydıyla Ermeni Kilisesi ve şimdiye kadar
pek kimsenin gündeme getirmediği Gülbenkyan Vakfı birinci sırada olmak
kaydıyla, Ermeni vakıfları ve sivil toplum örgütleridir.
Türkiye, tarihsel gerçekleri tüm çıplaklığıyla irdelemeye
başlar ve bunu hem içte hem de dışta yaparsa, sadece haklılığı ortaya çıkacak
ve hiç kuşkusuz, uluslararası platformlarda güçlenecektir:
Tabii bu arada, yukarda belirttiğim üç muhatap ile yakın
ilişkiler geliştirilerek, tarihin siyasal amaçla saptırılmasının önlenmesi de şarttır.
İnanıyorum ki Ermeniler, tarihin karanlık labirentlerinde
dolaşarak günümüz Türkiyesi'nin aleyhine gerçekleşmesi olanaksız olan "ham
hayaller" peşinde koşmak yerine, daha gerçekçi politikalar izlemenin
kendileri açısından da çok daha yararlı olduğunu mutlaka göreceklerdir.
Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.