Home » , , » ERMENİ SORUNU

ERMENİ SORUNU

ERMENİ SORUNU


Ermeni Sorunu Nedir?

Gerek "resmi tarih" anlayışının gerekse ona karşı çıktığı savı taşıyan "gayri resmi tarih" tezinin bir türlü doğru dürüst tartışmayı başaramadığı konuların başında "Ermeni Sorunu" gelir.

Sanıyorum bu başarısızlığın temelinde, konunun iyi anlatılamaması, daha doğrusu sorunun iyi belirlenememiş olması yatar.

"Ermeni Sorunu" konusundaki anahtar sözcük "soykırım" terimidir.

"Soykırım" terimi, Faşist Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uyguladığı katliamın özel adıdır.

Uluslararası bir antlaşmayla, uluslararası bir suç olarak tarif ve kabul edilmiştir. Türkiye de bu antlaşmaya imza koymuştur.

"Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A (III) sayılı kararıyla onaylanarak imzaya açılmıştır.
Türkiye bu sözleşmeyi 23.3.1950 tarih ve 5630 sayılı kanunla (hiçbir çekince koymaksızın) onaylamıştır.

Sözleşmeye göre, bu suçun işlenmesi için "bir insan grubunu imha niyeti" esastır.
Bu öznel öğeye ek olarak, bu suçun işlenmesi için nesnel açıdan "bir planın icrası" söz konusu olmalıdır.

Kısaca belirtmek gerekirse, asıl sorun, Türklerin ve Kürtlerin Ermenileri katledip katletmedikleri değil, bu katliamın bir "soykırım" niteliği taşıyıp taşımadığıdır.

Ne yazık ki, bizim halkımız da dahil, dünya kamuoyu "katliam" ile "soykırım" arasındaki farka dikkat etmemekte, "Canım, soykırımı neden inkâr ediyorsunuz, ister savaşırken olsun, isterse onlar da Türkleri ve Kürtleri öldürmüş olsunlar, Osmanlılar, Ermenileri öldürmüş işte," diyerek, kendi kafalarında Türkiye'yi mahkûm etmektedir.

Oysa kimse tarihte Ermeniler, Türkler ve Kürtler arasındaki katliamı yadsımamaktadır.
Sorun bu katliamın "soykırım" tanıma girip girmediğidir.

Soykırım Nedir?

Yukarda adını andığım Birleşmiş Milletler kararında açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte bu kararın genel yorumuna göre, bir katliamın "soykırım" olarak tanımlanması için şu üç temel koşulun bir arada bulunması gereklidir:

1. Katliamın (bir etnik veya dini gruba karşı) resmi devlet politikası olarak yapılması.
2. Bu katliamın tek bir yerde değil, tüm ülkede uygulanması.
3. Katliamın bir defa değil, sürekli olarak yapılması.

Görüldüğü gibi, yabancı dilde Genocide terimiyle ifade edilen "soykırım" suçu, özel olarak tanımlanmış bir eylemdir.

Soykırım terimi, bir suç olarak Rafael Lempkin'nin 1944 yılında, Axis Rule in Occupied Europe adlı kitabında yaptığı bir öneriyle belirlenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi savaş suçlularının yargılanması için kurulan uluslararası Nürnberg Mahkemesi'nde ilk kez ceza hukuku kuralı olarak uygulanmıştır.
Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilir.
Soykırım karşılığı olan Genocide terimi Latince ve Yunanca iki kelimenin birleşmesiyle ortaya çıkan bir kelimedir.
Yunanca "soy" demek olan "genos" ve Latince "kesmek, öldürmek" anlamına gelen "caedere" sözcüklerinden oluşan bir birleşik kelimedir.

Naziler'in 1933-1945 yılları arasında, İkinci Dünya Savaşı sırasında hızlanan bir biçimde Almanya'da, altı milyon kadar Museviyi sistematik bir biçimde kamplarda toplayıp genellikle gaz odalarında öldürerek ve fırınlarda yakarak yok ettiklerini belirtmek için kullanılan bir hukuki terimdir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemesi'nde ortaya çıkan dehşet verici gerçeklerin ışığında, Jenosit, 1946'da Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası bir suç olarak kabul edilmiş, 1948'de yine Birleşmiş Milletler tarafından bir uluslararası sözleşmeyle hukuklaştırılmış ve bu sözleşme Türkiye tarafından da 23 Mart 1950 yılında imzalanmıştır.

Soykırım suçu, daha sonra Ruanda ve Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemeleri'nde de kullanılmıştır.

Örneğin Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi, eski Yugoslavya'nın Sırp ve Hırvat kökenli yöneticilerinin ve komutanlarının bir bölümünü "soykırım" suçu kapsamında yargılamaktadır.

Ermeni Tehciri Nedir?

"Tehcir" Arapça, "göç" anlamını taşıyan "hicret" sözcüğünden gelir, "göç ettirme" demektir.
Belki de bugünkü Türkçe'yle "sürgün", bu kavramı karşılayan sözcüktür.

"Ermeni Tehciri" ile kastedilen olay, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş halinde olduğu Çarlık Rusya'sıyla işbirliği halinde isyana ve savaşa başlayan, Türklere ve Kürtlere karşı katliama girişen Ermenilerin, Doğu Cephesi'nde savaşan orduyu arkadan vurmalarını önlemek için, güneye, Suriye'ye sürülmeleri harekâtıdır.

Hem Milliyetçilik Akımları'nın hem de Avrupa'nın Osmanlı'yı paylaşma çabalarının etkisiyle Ermeniler, uzun bir süredir isyan ve bağımsızlık hazırlığı içindeyken Birinci Dünya Savaşı patladı.

Taşnak liderliği altında hem örgütlenme hem de silahlanma açısından çok güçlenen Ermeniler, Kasım 1914'te Rusya ile savaş başlayınca, Ruslarla işbirliği halinde Osmanlı topraklarında eyleme geçtiler, Türkleri ve Kürtleri öldürmeye başladılar.

Bu arada Rus ordusu içinde Ermeni alayları da kurulmuştu. Ermeniler, Osmanlı topraklannda yürüttükleri çete harbine ilave olarak, Rus üniforması altında, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı resmen savaşmaya da başlamışlardı.

Ne yazık ki, Doğu Cephesi'ndeki savaş, 1914 yılının sonundaki Sarıkamış felaketiyle Rusların ve Ermenilerin lehine gelişiyordu.

Muhteris ama yeteneksiz Başkomutan Enver Paşa'nın bizzat üstlendiği savaşta, komutasındaki on binlerce asker, düşmanla bile savaşamadan Allahuekber Dağları'nda, soğuktan ve tifüsten ölmüş, cephe çökmüştü.

Bu arada Bitlis, Halep, Dörtyol ve Kayseri'de Ermeni ayaklanmaları başlamıştı.

İttihatçılar 1915 yılı başında, ordunun çeşitli kademelerindeki Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılmaları için bir karar yayınladı.

Van, Bitlis, Diyarbakır gibi yerlerdeki Ermeni nüfusu da Osmanlı ordusunu arkadan vuracak bir örgütlenme ve ayaklanma içindeydi.

Sadece Ruslar değil, İngilizler ve Fransızlar da Ermeni nüfusun örgütlenmesini ve ayaklanmasını destekliyordu.

Yabancı kaynaklar bu hareketlerin Ermenilerin Osmanlılar tarafından ezilmelerine bağlamakta, yıllardır süren Ermeni komitacılığının ayrılıkçı isyanlara yönelik etkilerini yok saymaktadır.

Ruslarla savaşta olan Osmanlılar, artık cephe gerisindeki Ermeni isyanıyla da boğuşmak zorunda kalmıştır.

Tabii bu ortamda her iki taraf da, yani hem Ermeniler, hem de Türkler ve Kürtler karşılıklı bir katliama (mukatele) girişmişlerdir.

Nisan 1915'te Ermeni Komitacılar Van'ı ele geçirirler.
Binlerce Türk'ü ve Kürt'ü öldürürler.
Sonunda Rus birlikleri kente girer ve katliam devam eder.
Ermeni isyanları da artık yaygınlaşmış, Bayburt, Erzurum ve Diyarbakır'ı da etkisi altına almıştır.

İşte Ermenilerin artık her yıl andıkları 24 Nisan 1915 tarihindeki tehcir (sürgün) kararı, bu ortam içinde alınır:

16-55 yaş arasındaki Ermeni nüfusun Bağdat Demiryolu'ndan uzağa, Suriye'ye sürülmesi başlar. Her ne kadar hükümet bildirilerinde sürülen Ermeni nüfusun can ve mal güvenliğinin sağlanması için pek çok ayrıntılı emir ve kural yayınlanmışsa da, sürgün bir katliama dönüşür.

Zaten savaş koşulları içinde olan yoksul ülkede kimi zaman ekmek ve su bulmak bile bir sorun olmaktadır.

Dönemin koşulları sürgünün tam bir denetim ve eşgüdüm içinde olmasına izin vermediği gibi, doğa koşulları, hastalık gibi öğeler bu katliamın sonuçlarını daha da vahim hale getirir.
Türk ve Kürt çeteler, asker kaçakları da bu katliama katılır.
Binlerce Ermeni yaşamını yitirir:
Sürgün edilen yaklaşık bir milyon Ermeni nüfusun hemen hemen yarısı bu trajedi sırasında ölmüş ya da öldürülmüştür.

İşte başta Fransa olmak üzere, Batı'daki pek çok ülkenin, Ermenilerin etkisiyle "yasa çıkararak tarihi düzenleme" çabası sonucu, dünya kamuoyunca öne sürülen ve bazı ülkelerde "Ermeni Soykırımı yoktur" denmesinin bile yasaklanmasına yol açan, "Ermeni Soykırımı" iddialarına temel oluşturan olay budur.

İşin ilginç yanı, Osmanlılar, Birinci Dünya Savaşı'nda yenildikten sonra, sürgünden (tehcirden) sorumlu 1400'e yakın memurun, İngilizlerin ve Fransızların baskısıyla kurulan Savaş Mahkemeleri'nde (Divanı Harp'te) yargılanmış olması ve pek çok kişinin hapis cezası alması yanında, kırk kişinin de idam edilmiş olmasıdır.

Yani hesaplaşma hemen başlamış, suçlu bulunanlar hemen cezalandırılmıştır.
Müttefikler bununla da yetinmez, Ermeni katliamından sorumlu tuttukları, aralarında birçok gazeteci ve aydın bulunan pek çok üst düzey asker ve sivil yöneticiyi Malta'ya sürerler, ama bunlar da, haklarında somut deliller bulunamadığı için sonradan serbest kalırlar.

Olayın Tarihsel Boyutu: Eski Tarih

Uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslüman nüfusla uyumlu ve mutlu bir biçimde yaşayan Ermeniler, Alparslan'ın Anadolu kapılarını açtığı 1071 yılından önce de bu topraklarda varolmuşlardı.

Bu çerçevede, nasıl ki Yunanlı dostlarımızın içlerindeki bazı kör inançlılar (fanatikler) hâlâ, 1000 yıl öncesine dönerek Türkiye Cumhuriyeti'ni haritadan silmek ve Büyük Bizans İm-paratorluğu'nu ihya etmek gibi bir hayalin peşinde koşuyorlarsa, Karadeniz kıyılarındaki Pontus Rum imparatorluğu konusunu, yine garip bir "soykırım" (genocide) iddiasıyla gündeme getiriyorlarsa, bazı kör inançlı Ermeniler de, Anadolu toprakları üzerindeki 1000 yıllık tarihi yok saymakta, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını bile sorgulayarak, kendilerine Sevr Antlaşması ile verilen toprakları ve hakları istemektedirler.


"Soykırım" iddialarının altında (belki "bilinçaltında" bile denebilir) "Bizim bu topraklardaki tarihsel varlığımız sizden eskidir ve hâlâ haklarımız vardır," anlayışı yatmaktadır.

Bırakınız Ermeni kaynaklarını, Türk Ansiklopedisi gibi kaynaklar bile Ermenilerin tarihlerinin M.Ö. IV. yüzyıla kadar uzandığını belirtmektedir.

M.Ö. II. yüzyılda Roma Imparatorluğu'na tabi olarak kurdukları iki krallığın birinin merkezi Erivan, ötekinin merkezi Harput idi.

Çok kısaca bugün sürdürülen "soykırım" iddialarının altında bu temel tarihsel özlem ve Batı dünyasının Hıristiyan eğilimli kör inançlılarının bu özleme verdiği destek yatmaktadır.
Eski tarih, Roma ve Bizans imparatorlukları, Araplar ve Iran ile Ermeniler arasındaki savaşların tarihidir.

Bu arada ilginç bir nokta, daha 681 yılında Ermenilerin, anlaştıkları Araplar ile Hazar Türkleri'ne karşı savaşmış olmalarıdır.

Alparslan, 1071 Malazgirt zaferinden önce, Kars'taki Ermeni krallığına son vermiştir.

(Ama biraz aşağıda işaret edileceği gibi, Ermeniler hemen bunun ardından Güney Anadolu'da yeni krallıklarını kuracaklardır. Zaten Anadolu'da Ermeni kökenli pek çok aile-hanedan ve krallık vardır. Unutulmamalıdır ki, dönem feodal beylikler-krallıklar dönemidir.)

Bizanslılar'ın, kendi mezheplerinden olmayanlara (Gregoryenlere) yaptığı baskı, Ermenilerin Anadolu'da sürekli baskı ve huzursuzluk içinde yaşamalarına yol açmıştır.

Ermeniler bu arada Müslümanlara karşı oluşturulan Haçlı Seferleri'ne, doğal olarak tam destek vermişlerdir.

Böylece, Birinci Haçlı Seferi sonunda işgal edilen Anadolu'daki kargaşadan yararlanan Ermeniler, Haçlıların desteğiyle Kilikya'da (Adana, Mersin'in batısı, Antalya'nın doğusu, Konya'nın güneyi) bir Ermeni krallığı kurmuşlardır.

Daha sonra bu krallık Kıbrıs'a bağlanmış, en sonunda da kuruluşundan yaklaşık üç yüzyıl sonra, 1375'te Memluklar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu'ya egemen olmasından sonra, bu imparatorluk içinde uyumlu ve mutlu bir yaşam süren Ermeniler, mezhep farklılıklarından dolayı, Batı ülkelerinden değil, Ruslardan büyük yakınlık görmeye başlamışlardı.

(Gerek Ermeni tarihi gerekse Ermeni-Osmanlı ilişkilerinin oldukça ayrıntılı bir dökümü, Remzi Kitabevi'nin 2005 tarihinde bastığı, Kâmuran Gürün'ün Ermeni Dosyası adlı kitabında bulunabilir.)

Olayın Tarihsel Boyutu: Osmanlı Dönemi

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettikten sonra, Rumlar'a tanıdığı haklan Ermenilere de tanımıştı.

Bursa'daki bir Ermeni piskoposunu Ermeni cemaatinin patriği tayin etmişti.
Din farklılıklarından dolayı Müslüman Osmanlılar ile pek de kaynaşmayan Ermeniler, mezhep farklılıklarından dolayı, Katolik ve Protestan Batı ülkelerinden pek fazla bir destek ve yardım görmediler.
1669'da Kiev Prensi Alexandr'ın Polonyalılarla, (Lehliler) yaptığı savaşta Rusların yanında yer alan Ermeniler, böylece Ermeni-Rus işbirliğinin de temellerini attılar.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır.

Bu nedenle olaya yakından bakmakta yarar var:
Namık Kemal'in ünlü Vatan yahut Silistre oyununun ünlendirdiği, bugün Bulgaristan sınırları içinde yer alan Silistre kentinin 24 km. güneydoğusunda, Dobruca hududunda yer alan Küçük Kaynarca köyünde Rus Çariçesi II. Katerina ile yapılan antlaşma, tarih içindeki Ermeni sorunu açısından yepyeni bir dönem başlatır.

Osmanlılar, Rus Çariçesi II. Katerina'nın, Lehistan (Polonya) üzerindeki nüfuzunu sürekli müdahalelerle pekiştirdikten sonra kendilerine saldıracağını düşünüyorlardı.

Rusların düşmanları olan Fransızlar ve Avusturyalılar da, sürekli olarak Osmanlıları Rusya'ya karşı savaşa teşvik ediyorlardı.
Tam bu sırada Rusya, güneyden Lehistan'a girmek için Aksu Nehri'nin doğusunda, Kırım hanlarına ait olan Yalta kasabasına hücum etti.
Rus ordusu kasabayı yakıp yıktı ve Müslüman halkı katletti.

Bunun üzerine Osmanlı imparatorluğu, eski Sadrazam Muhsinzade Mehmet Paşa'nın, savaş hazırlıklarının yetersiz olduğu ve hudutların yeterince korunamadığı uyarılarını dikkate almaksızın, Rusya'ya savaş ilan etti.

Muhsinzade Mehmet Paşa haklıydı: Osmanlı ordusu hazırlıksız ve hudutlar korumasızdı.
Rusya, Tuna Nehri boyunda kazandığı zaferlerle karadan ilerlerken, denizden de (bu noktaya dikkat) İngilizlerin yardımıyla Baltık donanmasını Akdeniz'e getirmiş ve Osmanlı donanmasına Çeşme'de büyük bir darbe indirmişti.

Rusya'nın ilerlemesinin kendi aleyhine olacağından korkan Avusturya, bir yandan Osmanlılarla gizli müzakereler yürütüyor, öte yandan Prusya'ya yaklaşıyordu.

Sonunda, Prusya ile Avusturya, Rusya'ya karşı birleştiler ve Prusya, Polonya'nın paylaşılması konusunda, Rusya ile (Avusturya'ya da bir pay veren) bir anlaşma yaptı.

Bütün bu gelişmeleri anlatıyorum ki, bugünkü Avrupa'nın tarihinde neler olduğu, Ermeni meselesini sürekli kurcalayan Avrupa devletlerinin, bir yandan Osmanlı'ya karşı savaşırken, öte yandan birbirleriyle nasıl ittifak ettikleri ve ayrıca birbirlerinin kuyularını nasıl kazdıkları iyi anlaşılsın.

Bu arada Osmanlı, her cephede uğradığı bozgunlar sonunda Avusturya'nın ve Prusya'nın da aracılıklarını kabul ederek, Rusya ile Küçük Kaynarca Antlaşması' nı imzaladı.

Bu antlaşmanın çok önemli üç hükmü vardı:
Birinci olarak Kırım, Osmanlı'dan bağımsızlaştırılıyor ve böylece Rusya tarafından ilhak edilmesinin yolu hazırlanıyordu.
İkinci olarak Karadeniz ve Akdeniz, Rus gemilerine açılıyor, Karadeniz'deki Osmanlı egemenliği son buluyordu.
Üçüncü olarak ise bugüne "Ermeni Sorunu" olarak yansıyan bir sürecin hukuksal ve siyasal temelleri atılıyordu:
Antlaşmanın 7'inci maddesi uyarınca da Rusya, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan tebaanın koruyuculuğunu yükleniyordu.

Bu maddeye göre, Rusya, Osmanlılardaki Hıristiyan tebaanın din işleri, kiliseleri ve bu kiliselerin hizmetlileri hakkında söz sahibi oluyor, Osmanlı Devleti, bu konularda Rus Elçisi'nin "mutemet adamı" vasıtasıyla yapacağı bildirileri kabul etme güvencesi veriyordu.
Bu son husus o denli önemliydi ve Rusya tarafından, Osmanlı imparatorluğu üzerindeki nüfuzunu artırmak yolunda o denli etkili olarak kullanıldı ki, sonunda, öteki Avrupalı devletler Rusya'ya karşı müdahale etmek zorunda kaldılar ve Kırım Savaşı'nı çıkartıp Osmanlı'ya destek vererek, 1856 Paris Antlaşmasıyla Rusya'nın bu imtiyazını kaldırdılar:
Böylece Ermeni tebaa bütün Avrupa'nın koruması altına (ve kışkırtma alanına) alındı:

Kırım Savaşı'nın, Osmanlı'yı büyük Avrupa devletleri arasına sokan bir zafer olduğu saçmalığını yazan okul kitapları, bu savaşın Osmanlı üzerindeki Rus nüfuzunun öteki Avrupa Devletleri lehine kırılmasına yönelik olduğunu ve savaş nedeniyle yapılan borçlanmanın Osmanlı'nın iflasına yol açarak 1881'de Düyun-u Umumiye'nin ilan edilmesine, yani imparatorluğun yıkılışına neden olduğu gerçeğini yazarak çocuklarımıza ne zaman öğretecekler acaba?

Olayın Tarihsel Boyutu: Erivan'ın Serüveni

Ben, Türkiye'yi uluslararası arenada kuşatma altına almış görünen "Ermeni Sorunu"nun çözümünde, Erivan'la yapılacak görüşmelerin ve anlaşmaların önemli bir rol oynayacağına inanıyorum.

Bu nedenle de "Ermeni Sorunu" için bir tarihsel çerçeve oluşturma çabam sırasında Erivan tarihine bir göz atmaya çalıştım.

Bakın, Türkiye sınırından sadece 23 kilometre uzakta olan bu kent için tarih neler anlatıyor:
Kuruluşu çok eskilere dayanan kent, XV. yüzyıldan itibaren Safeviler'in egemenliğine geçiyor. Şah İsmail'in emriyle imar ediliyor, surlarla çevrilerek korunuyor ve böylece artık önemli bir yerleşim merkezi halini alıyor.

Bundan sonra kentin tarihi, İran'la Osmanlılar arasındaki savaşların tarihine koşut olarak gelişiyor.

1549 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın ikinci İran seferinde Osmanlıların egemenliğine geçmiş, fakat tam denetim altına alınamadığı için, 1554'te Kanuni tarafından, 1579'da da Osmanlı üzerine akınlar düzenleyen Erivan Hâkimi Ustaçlu Tokmak Han'ı cezalandırmak için Lala Mustafa Paşa tarafından vurulmuştur.

Erivan 1583 tarihinde, III. Murat devrinde, tamamen Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Kent alındıktan sonra, Ferhat Paşa, Tokmak Han'ın Zengi suyuna bakan köşkünü ortaya alıp etrafını hisarla çevirdi. İç kale adı verilen bu hisarda 8 kule ve 725 mazgal ve içeriye bir cami yaptırdı. Ayrıca 43 kule ve 1725 mazgaldan oluşan ve 53 topla donatılmış bir dış kale inşa etti.

1585'teki Osmanlı-İran savaşı sırasında Erivan paşaları İran'a yenilmiş olmakla birlikte, daha sonra yapılan barış antlaşmasıyla Tebriz ve Azerbaycan'ın bir bölümüyle birlikte Erivan da Osmanlılara bırakıldı.

1591 tarihli Revan eyaleti tahrir defterine göre, eyaletin merkezi olan Erivan'ın, kente bağlı olarak 90'dan fazla Türk kasaba ve köyü ve ayrıca 6 mahallesi vardı.

Daha sonra Şah Abbas, Tebriz'le birlikte Erivan'ı da zaptetmiş, fakat Osmanlı kuvvetlerinin gelmesi üzerine, kenti yakıp yıkarak kaçmıştır.

Kent daha sonra yeniden Safeviler'in eline geçer.

IV. Murat 1634'te, bizim Revan Seferi diye bildiğimiz ve anısına Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nün yapıldığı savaş ile kenti tekrar alır.
Fakat IV. Murat geri dönünce, kent yeniden Safeviler'in eline geçer ve 1639'da yapılan antlaşmayla artık İran'a bırakılır.

Bu sırada kenti ziyaret eden Evliya Çelebi'ye göre, kentin dışında han, cami çarşı-pazar, kentin içinde ise 2000 kadar ev, han, şaraphane ve darphane vardır.

Birkaç kez hanlar hanlığı olan Erivan'ın, kadısı, mollası, şeyhi şerifi, darugası, münşisi, yasavul ağası, koruyucu basısı, eşik ağası, diz çöken ağası, 7 mihmandar ve şehbenderi vardır.

1722'de Afganlılar'ın İran'ı işgal etmeleri üzerine Safeviler zayıflamış, Şirvan ile Dağıstan bağımsızlıklarını ilan ederek, Osmanlı'dan yardım istemişlerdir.

Bu arada Rusya'nın Kafkaslar yoluyla İran'a ve Osmanlı'ya doğru yayılmasından korkan Osmanlılar, Tiflis, Gence, Tebriz, Hemedan ve Kirmanşah ile birlikte Erivan'ı da zaptetmişlerdir.

Nadir Şah'ın kenti tekrar Safeviler adına geri almasından sonra çıkan savaşlardan sonra, 1746'da yapılan antlaşmayla Erivan yeniden İran'a geçmiştir.

Nadir Şah'ın ölümünden sonra bağımsızlıklarını ilan eden öteki Azerbaycan hanlıklarıyla birlikte Erivan da bağımsız bir Türk beyliğinin merkezi olmuştur.

İran'da egemenlik Kaçarlar'a geçtikten sonra zaman zaman tam, zaman zaman da yarı bağımsız yaşayan bu hanlık, XIX. yüzyıldan itibaren Gürcistan'ı zaptetmiş olan Ruslar tarafından tehdit edilmeye başlandı.
Ruslar, 1804'te Eçmiyadzin Manastırı'nı yağmaladıktan sonra geri çekildiler.
1813'te İran'ı yenen Rusya, bütün Azerbaycan hanlıklarını ele geçirdiği halde Erivan ve Nahcivan bağımsızlıklarını korudu.

Rusya, pek çok saldırı ve savaştan sonra, Abbas Mirza'yı yenerek, 1827'de Erivan'ı zaptetti.

Bakın 1827'den sonra neler neler oluyor:

1828 Mart ayında Erivan Hanlığı, Nahcivan ile birlikte, Rus Çarı'nın özel bir fermanıyla, Ermeni eyaleti olarak ilan ediliyor.
1829 yılı Eylül ayında geçici olarak kurulan Rus askeri yönetiminin merkezi yapılıyor.
1850'de Ruslar, merkezi Erivan olmak üzere, Erivan, Nahcıvan, Gümrü, Yeni Bayezid ve Ordubad kazalarından, yeni Erivan Vilayeti'ni oluşturuyorlar.

Erivan Vilayetinin başında bir askeri vali bulunuyordu.
Vali yardımcısı ve öteki yüksek Rus memurlarından oluşan bir vilayet meclisinin yanında, yine yüksek Rus memurlarından oluşan bir vilayet mahkemesi ve bunların yanında Müslümanlar için yerel şeyhülislamın başkanlığında bir şer'i meclisi vardı.
1868'de Erivan Vilayeti, Erivan, Gümrü, Nahcıvan, Yeni Bayezid, Sürmeli, Daralagez ve Eçmiyadzin olarak yedi kazaya ayrıldı.

Erivan Vilayeti'nin yüzölçümü 27.366 kilometrekare, çoğunluğu Müslüman olan nüfusu ise 667.000 kişiydi.
Erivan Kazası'mn ise, yüzölçümü 3.116 kilometrekare, nüfusu 112.922 kişiydi.
Kaza merkezi olan Erivan Kenti'nin nüfusu da 15.000 kişiydi.
1897 yılı nüfus sayımına göre Erivan Kazası'mn nüfusu 127.072 kişiydi.
Ermenilerin oranı % 37'ydi. Süryaniler % 1, Ruslar ise onbinde 5 oranındaydılar.
Erivan Kenti'nin nüfusu 1897 yılında 29.000 kişiye ulaşmıştı.
Bu nüfusun % 52'si Türk'tü.

Bu oran 1905 yılından itibaren, Ermeni terörü sonunda sürekli olarak azalmış, bu nedenle kentin nüfusu da Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar ciddi bir artış göstermemiştir.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki muharebeler, çete savaşları ve Sovyet Devrimi sırasında Rus kuvvetlerinin boşalttıkları yerleri işgal etmeye çalışan Ermeni kuvvetlerinin saldırılan sonunda, bölgedeki Türk nüfusu sürekli olarak eri(til)miştir.

1918 yılı Nisan ayında Rusya'dan ayrılan Güney Kafkasya, bir ay sonra, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'dan oluşan 3 bağımsız cumhuriyete dönüştü.
Erivan, bu süreçte Ermenistan'a dahil oldu.

Rusya'daki devrim karışıklıkları sırasında Osmanlı orduları bir süre Erivan Vilayeti'ni de işgal etmişler, fakat 1918'de Mondros Ateşkesi'yle buraları boşaltmışlardı.

Erivan Vilayeti'ndeki Türkler bir süre, merkezi Nahcivan'da bulunan Aras Türk Cumhuriyeti ve Güneybatı Kafkasya Türk Cumhuriyeti'yle birlikte direnmişler, fakat sonunda Ermeni saldırılarına dayanamayarak bulundukları bölgelerden kaçmışlardır.

1920'de Kâzım Karabekir komutasındaki Büyük Millet Meclisi Orduları, Kars ve Gümrü'yü almış, Ermenilerle 3 Aralık'ta Gümrü Antlaşması imzalanınca da, Erivan Türklerinin mübadele yoluyla Türkiye'ye gitmelerine izin verilmiştir.

Bu antlaşmanın onuncu maddesiyle Ermenistan, Sevr Antlaşmasıyla Doğu Anadolu'da kendisine verilen topraklardan da vazgeçiyordu.

18'inci maddeye göre Gümrü Antlaşması TBMM ve Ermenistan Taşnak hükümetlerince onaylanacaktı.

Ama antlaşmanın imzasından bir gün sonra Ermenistan, Kızılordu'nun denetimine girdi.
Sonunda 16 Mart 1921'de imzalanan Sovyet-Türk Moskova Antlaşması'yla Ermenistan ile Türkiye arasındaki bugünkü sınır saptanarak, Erivan Vilayeti'nin Sürmeli Kazası Türkiye'ye, Nahcivan, Ordubad (bütünüyle), Şarur ve Daralgez (kısmen) Azerbaycan'a verildi ve Erivan Kenti, Ermenistan'ın başkenti oldu.

Bu durum 13 Ekim 1921'de Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sovyet hükümetleriyle imzalanan Kars Antlaşması'yla da onaylandı.

Bütün bu olaylardan sonra 1932 yılında Erivan Kenti'nin 100.000'i aşan nüfusu içinde Türkler % 6.3'e düştüler.

Sevgili okurlarım, gördüğünüz gibi, tarihte hem Türk-Ermeni ilişkileri hem de bu ilişkilerin sahnesi olan topraklar inanılmaz serüvenler yaşadı; ne yazık ki bu serüvenler, günümüzde ancak uluslararası bir soykırım iddiasını doğurdu.


Şimdi olayları irdeleme ve bir genel çerçeveye oturtma çabasını sürdürelim.

 Osmanlı'nın Yıkılış Döneminde Ermeni Örgütlenmeleri

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı nasıl imparatorluğun Aydınlanma'yı ve Endüstri Devrimi'ni kaçırmış olmasından kaynaklanıyorsa, sürecin hızlanması ve sonuçlanması da aynı biçimde, Avrupa'da gelişen ve Balkanlar üzerinden imparatorluğu etkisi altına alan Milliyetçilik Akımları'yla ortaya çıkar.

Bir başka deyişle Osmanlı imparatorluğu'nu sona erdiren siyasal sürecin Milliyetçilik Akımları olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz.

Aydınlanma'nın ve Endüstrileşme Süreci'nin doğal sonucu olan Milliyetçilik Akımları Avrupa'da ortaya çıktığı için, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı'yla yakın ilişkide bulunan öğelerini, Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Ermeniler gibi "cemaatleri" etkilemiştir.

Bu etkileme, Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşmak isteyen İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa gibi büyük güçlerin de desteğiyle bir süre sonra imparatorluk içindeki ayrılıkçı akımları doğuran son derece hızlı bir "Uluslaşma Süreci"ne dönüşmüş ve bu süreç imparatorluğun sonunu getirmiştir.

Bu "etkileme süreci" bir yandan misyonerlik etkinlikleriyle sürdürülürken, öte yandan siyasal baskılarla da desteklenmiş, bütün Hıristiyan öğeler yavaş yavaş, önce özerk yapılara dönüştürülerek, sonra da bağımsızlıkları sağlanarak imparatorluktan koparılmıştır.

Tabii bu dönem içinde, imparatorluğu paylaşmak isteyen Avrupalı devletlerin birbirleriyle rekabeti olayı hızlandırmış, bir süre sonra bunlara Amerika Birleşik Devletleri'nin katılmasıyla ve bu ülkeden kaynaklanan misyonerlik etkinliklerinin de sahneye çıkmasıyla, "Hıristiyan cemaatlerin" uluslaşma ve imparatorluktan bağımsızlaşma süreci doruk noktasına çıkmıştır.

İşte imparatorluğu sarsan Ermeni ayaklanmalarını da Yunan, Bulgar, Arnavut ve benzeri uluslaşma süreçlerinin bir parçası, bir uzantısı olarak görmek ve ele almak zorunludur. Pek doğal olarak, Batılı devletlerin hem misyonerlik etkinlikleriyle, hem de siyasal baskılarla desteklediği bu sürecin başaktörü de Ermeni Patrikliği idi.

Ermeni Patrikliği doğal olarak, imparatorluğun parçalanmasına yol açan Hıristiyan öğelerin uluslaşma süreçlerinde kimi zaman önder, kimi zaman destekleyici bir rol üstleniyordu.
Gerek Rum gerekse Ermeni patriklerinin bu tür eylemleri, kendi inançları ve cemaatleri açısından son derece doğal bir nitelik taşıyordu.

Ayrıca dönemin Milliyetçilik Akımları ve büyük Avrupalı devletlerin destekleri bu tür eylemleri daha da olanaklı ve işlevsel kılıyordu.
Böylece özellikle XIX. yüzyılda patrikler, arkalarındaki büyük Avrupa devletlerinin desteğiyle, kendi cemaatlerinin uluslaşmalarına ve Osmanlı'dan bağımsızlaşmalarına büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Örneğin Rum Patriği Grigorius, Eflak-Buğdan ve Mora isyanlarını planladığı için, 1821 yılında II. Mahmut tarafından patrikhanenin kapısı önünde asılmıştır.

Patrik Grigorius'un bu isyandaki rolü, Rus Sefiri Ignatiyef in anılarında yayınladığı, Çar'a yazmış olduğu mektupla da belgelenmiştir.

Örneğin Atatürk de Nutuk'da, Rum silahlı örgütü Mavri Mira Cemiyeti'ne Ermeni Patriği Zaven Efendi'nin destek verdiğini belirtir.

Patriklerin rollerinin etkinleşmesiyle Ermeni milliyetçiliğine dayalı olarak her türlü yöntemi, bu arada özellikle şiddeti ve terörü kullanan Ermeni örgütlerinin ortaya çıkması XIX. yüzyılın sonunda, birbirini destekleyen iki süreç niteliği kazanır.

Bu örgütlerin en önemlilerinden biri 1887 yılında İsviçre'de kurulan Hınçak Komitesi'dir.
Rusya kökenli Ermeni gençlerinin kurduğu bu örgüt, Mancist bir yaklaşıma sahipti.
Amaçları "Ermenistan'ın, Osmanlılardan bağımsızlaşmasını" sağlamaktı.
Bir başka önemli Ermeni örgütü 1890 yılında Tiflis'te kurulan Ermeni İhtilalci Federasyonu (Taşnaksütyun) idi

Bir anlamda ihtilalci komiteler arasındaki bir federasyon niteliği taşıyorlardı. (Taşnaksütyun, zaten Ermenice'de federasyon anlamına gelmektedir.)

Türkçe'de kısaca Taşnaklar denilen bu örgüt mensupları İstanbul'daki Osmanlı Bankası baskınını, 1904 Sasun isyanını ve Abdülhamit'e karşı girişilen bombalı suikastı düzenlemişlerdi. (Ermeni örgütleri için, Bilal Şimşir'in 2005 yılında Bilgi Yayınevi tarafında basılan Ermeni Meselesi, 1774-2005 adlı kitabına bakılabilir.)

1890 yılından itibaren Ermeni Komitacılar'ı Osmanlı topraklarında sayısız isyan çıkartmışlar, pek çok Türk ve Kürt öldürmüşler, kendileri de bu isyanların bastırılması sırasında pek çok kurban vermişlerdir. (Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası adlı kitabında bu sırada ölen Ermenilerin sayısının 20 bine bile ulaşmadığını, Batılıların ise bu sayıyı 300 bine kadar abarttıklarını belirtir. Aynı dönemde öldürülen Türk ve Kürtlerin sayısının ise 25 bine ulaştığını söyler, s. 242)

Tabii dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün başladığı, Yunan ve Bulgar milliyetçiliği gibi hareketlerin Batılılar ve Ruslar tarafından sürekli desteklendiği, Ermenilere yönelik etkinliklerde Amerikalı misyonerlerin de devreye girdiği bir dönem olduğu için Ermeniler, bu eylemlerine büyük bir ısrarla ve umutla devam etmişlerdir.

Olayın ne denli yaygın ve etkin olduğunu belirtmek için tek bir veriye bakmak yeterlidir:
Kâmuran Gürün, sadece 1895 yılı Eylül ve Aralık ayları arasında Osmanlı topraklarında, bazılarının doğrudan doğruya misyoner rahiplerce yönetildiği belirlenen 24 isyan olayı meydana geldiğini belirtir. (Ermeni Dosyası, s. 224)

Dört ayda İmparatorluğun çeşitli yerlerinde 24 ayaklanma.
Ermeni isyanlarının yoğunluğunu bundan iyi anlatan başka bir bulguya gereksinme yok sanırım.

Bu arada bütün bu isyanların ve cinayetlerin sonunda, Osmanlı'ya Batılı devletlerin bastırmasıyla isyanların yoğun olduğu altı vilayette birtakım ıslahat önlemleri alınmasına karar verildi.

Her valiye Ermeni bir yardımcının atanması, polislerin etnik nüfus oranına göre atanması gibi önlemleri içeren bu ıslahat programı, 1909 Adana ayaklanması üzerine uygulanamadı, ama Avrupalı devletlerin Osmanlı üzerindeki nüfuzunun önemli bir belgesi olarak tarihe mal oldu. (Gürün bu çalışmaları ve ardındaki baskıları ayrıntılı olarak anlatır: s. 243-277.)

Bu arada Ermeni teröristlerin 1896'da Galata'da Osmanlı Bankası'nı bastıklarını, pek çok kişiyi katlettiklerini ve 1905 yılında Abdülhamit'e karşı 26 kişiyi öldüren ve 58 kişiyi yaralayan 80 kiloluk bir bombayla bir suikast düzenlediklerini ve Padişah'ın bu suikasttan birkaç dakikalık bir gecikme dolayısıyla kıl payı kurtulduğunu belirtmek gerekir.

Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Tehciri

Ermeni olayları, 24 Temmuz 1908'de ilan edilen İkinci Meşrutiyet'le topluma yayılan göreli özgürlük ortamında ve çöküşün hızlandığı bir süreçte yoğunlaşır:

5 Ekim 1908'de Avusturya, Bosna-Hersek'i işgal etmiş, aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, 6 Ekim'de Yunanistan, Girit'i ilhak etmişti.

Pek doğal olarak bütün bu oluşumlar, Ermeni bağımsızlık hareketlerini kışkırtıcı etkiler yapıyordu.

31 Mart'taki (13 Nisan 1909) gerici askerlerin ayaklanmasının ertesi günü Ermeniler, 1895 olaylarının intikamını almak için Adana isyanı'nı başlattılar.
Bu olayların sonunda da 2 bine yakın Türk ve Kürt, 17 bin kadar da Ermeni öldü.
Ermenilerin en büyük umudu, Osmanlı tmparatorluğu'nun bir savaşa girmesiydi.
Kasım 1914'te Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşıı'na girince, Ermeniler bekledikleri fırsatın ortaya çıktığını düşündüler, haklıydılar da.

Osmanlı imparatorluğu, üç koldan ateş altındaydı:
Batıda ingiliz ve Fransızların Çanakkale, doğuda Rusların Doğu Anadolu, güneyde İngilizlerin Süveyş harekâtı başlamıştı.
Ruslar Doğu Cephesinde ilerlerken, Osmanlı tebaası olan Rumlar'ı ve Ermenileri silahlandırıp Türk ve Kürtler'e karşı hem cephe hem de çete savaşına girmelerini sağlıyorlardı.

15 Nisan'da Ermenilerin Van İsyanı başladı.
Artık Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı çerçevesinde hem dışta hem de içte savaşmak durumunda kalmıştı.

24 Nisan'da bu isyanı İstanbul'dan yönlendirenler tutuklanır. (Ermenilerin "soykırım" iddiasıyla gündeme getirdikleri anma günü bu tarihtir.)

27 Mayıs 1915 günü "Vakti seferde icraatı Hükümete karşı gelenler için ciheti askeriyece ittihaz olunacak tedabir (tedbirler) hakkında Kanunu muvakkat" çıkarıldı ve Rus cephesindeki Ermenilerin güneye göç ettirilmesi kararı alındı.

Tabii bu durum, Ermeni sorununa yeni bir boyut kazandırdı.
Bir yandan savaş koşulları içindeki yokluk ve düzensizlik ortamında göç ettirilen Ermenilerin büyük bir bölümü yolda, hem açlık ve hastalıktan hem de eşkıya çetelerinin saldırıları sonunda hayatlarını kaybettiler, öte yandan yer yer çıkan isyanlarla, Ermeni sorunu yaygınlaştı ve göç ettirmenin kapsamı da genişletildi.

Bu arada İstanbul'dan vilayetlere yollanan pek çok genelgede, tehcir edilen Ermenilerin can güvenliklerinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması gereği belirtiliyordu.

Ama zaten büyük devletlerle her cephede savaşan bir imparatorlukta, bu önlemlerin ne denli yeterli olabileceği tartışma konusudur…

Fakat olayın ilginç bir yönü, Mondros Ateşkesi üzerine İstanbul'u işgal eden müttefiklerin tutukladıkları Osmanlı İmparatorluğu'nun ileri gelenlerini Malta'ya sürmeleri ve Ermeni katliamı iddiasıyla bunları yargılamak istemeleri konusunda ortaya çıktı:
İngiliz Başsavcılığı katliam hakkında resmi belge isteyince, iç ve dış bütün arşivlerde yapılan aramalara karşın böyle belgeler bulunamadı ve Malta Sürgünleri için Ermeni Katliamı konusunda dava açılamadı. (Malta Sürgünleri konusunda Bilal Şimşir'in aynı adla, 1976 yılında Milliyet Yayınları tarafından basılmış olan kitabına bakılabilir.)

Buna karşılık, Padişah Vahdettin'in Sadrazamı Damat Ferit Paşa tarafından kurulan Nemrut Mustafa Paşa Divanı Harbi, ittihatçı liderleri idama mahkûm etti.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de aynı mahkeme tarafından Ermeni Tehciri konusunda ihmali görüldüğü için idama mahkûm edilmiş ve idam cezası trajik bir biçimde infaz edilmiştir.

Tehcir olayının sonunda, Ermenileri destekleyen Batı kaynakları abartılmış sayılarla 1,5 milyon Ermeni'nin öldüğünü öne sürmektedirler.

1,5 milyon iddiası, ciddi Batılı araştırmacıların Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu için verdikleri sayıdan kaynaklandığı açıktır.

Bu nüfus, bütün ciddi araştırmacıların yapıtlarında ve Encyclopedia Britannika'nın 1910 baskısında 1,5 milyon olarak gösterilir.

Daha sonra Encyclopedia Britannika'nın 1953 baskısında bu sayı 2,5 milyona yükseltilir.
1910 baskısındaki maddeyi yazan bir İngiliz, 1953'teki maddeyi yazan bir Ermeni'dir. (Gürün, s. 135. Nüfus sorunu için s. 124-151)

Bu iddialara karşılık, 11 Aralık 1918'de (Sevr Antlaşması müzakerelerinde Ermeni heyetinin başkanlığını yapmış olan) Boğos Nubar Paşa, Fransız Dışişleri Bakanlığı'na verdiği bir raporda tehcir edilen Ermenilerin sayısının 600-700 bin olduğunu ve bunların 390 bin kadarının da yardıma muhtaç durumda olduğunu belirtir. (Şimşir, s. 89)

Savaşın sona ermesiyle Ermeniler amaçlarına vardıklarını sandılar:
10 Ağustos 1920'de, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı Sevr Antlaşması ile Anadolu'da bir Ermeni Devleti kuruluyordu.

Oysa varılan bir amaç yoktu; tam tersine Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğindeki halk, Anadolu'nun tarihini yeniden biçimlendirmeye başlamıştı.

Olaylar bundan sonra artık Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı serüveni çerçevesinde gelişecekti.
Bu arada, iyi örgütlenmiş ve Batılı ülkelerin desteğini de almış olan Ermeni komitacılar, 15 Mart 1921'de eski Sadrazam Talat Paşa'yı Berlin'de, 6 Aralık 1921'de eski Sadrazam Sait Halim Paşa'yı Roma'da ve 22 Temmuz 1922'de eski Bahriye Nazın Cemal Paşa ve yaverlerini Tiflis'te öldürdüler.

Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı'nda Ermeni Sorunu

Türkiye'nin, eski deyimle "İstiklal Harbi", yeni söyleyişle "Bağımsızlık Savaşı", gerçek bir destandır:

Düşünün, zaten Endüstri Devrimi'ni kaçırdığı için gittikçe güçsüzleşen bir imparatorluk.
Bu güçsüzlüğü sonunda, girişilen savaşlarda yitirilen insanlar ve topraklar.
En sonunda da Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yenilgilerinin getirdiği açlık, sefalet ve moral bozukluğu ve daha da önemlisi, düşmanın ülkeyi fiilen işgali.

Sanki ingilizler, Fransızlar ve italyanlar tarafından gerçekleştirilen bu işgal yetmiyormuş gibi, bir de batıdan taze Yunan ordularının ve doğudan Ermeni güçlerinin saldırısı.

Amerika'nın da desteğiyle imparatorluğa dayatılan bir Sevr Antlaşması ve sadece askeri değil, ekonomik ve siyasal olarak da el konmuş bir Anadolu.

Halk yorgun, bezgin, aç, hasta ve güçsüz; tarım çökmüş, endüstriyel üretim zaten yok, para yok, ordular yenile yenile küçülmüş ve bezgin.

Düşmana karşı yapılan savaşa Padişah Vahdettin ve onun şeyhülislamı Dürrizade karşı; bunu da fetvalarla halka duyuruyorlar.

Bu koşullarda yapılan bir Bağımsızlık Savaşı, tarihin akışını Anadolu'da değiştiren bir destandır.

İşte Doğu Anadolu'da Ermeni ordularıyla yapılan savaşlar bu destanın sadece bir parçasını oluşturur.

Aslında Ermeni olaylarının bir soykırım olmadığının en güzel kanıtlarından biri de bu savaşlardır:

Hangi ülkede, soykırıma uğradığını öne süren bir azınlık, düzenli ordularla içinde yaşadığı devlete karşı bir savaş sürdürebilmiştir?

Düzenli ordular kurabilecek bir güce sahip, ardında tüm Batı dünyasının desteği olan bir cemaati soykırıma uğratmak olanaklı mıdır?

Her neyse, şimdi biz Bağımsızlık Savaşı tarihi içindeki Ermeni savaşlarına kısaca bir göz atalım:

Doğu cephesi komutanı Kâzım Karabekir Paşa'dır.

3 Mayıs 1919'da Erzurum'da görevine başlamıştır.
Mondros koşullarının yerine getirilmesi için ise İngiliz Albay A. Rawlinson görevlendirilmiştir.
Amerika'nın bölgedeki temsilcisi Robert Dunn'dır.
Her üçü de anılarını yazmış olduğundan bu bölgede olup bitenler hayli gerçekçi bir biçimde günümüze aktarılmıştır.

Rusya'da Sovyet İhtilali başlamış, fakat henüz Bolşevikler tüm ülkede denetimi bütünüyle ele geçirememişlerdir, Çarlık yanlılarıyla muharebeler sürmektedir; Karabekir, Rusların, İngilizlerin varlığından rahatsız olduğunu fark etmiş ve bunun milli dava için iyi bir işaret olduğunu kaydetmiştir.

Mondros Ateşkes'i koşullarında konuşulan konu, Rusya ile Irak arasında bir tampon bölge kurulsun diye, İngilizlerin Amerikan mandası altında bağımsız bir Ermenistan'ı desteklemeleridir.

Bu arada Ermeni ordularının Müslüman yerleşimlere saldırılan, kimi zaman başarısız da olsa, sürekli olarak sürmektedir.

Aynı zamanda Ermeni çetecileri de Türklere ve Kürtler'e karşı savaşı aralıksız olarak devam ettirmektedir.

Trabzon'da Pontus'cu Rumlar da önemli bir tehdit oluşturmaktadır.
Karabekir'in gözlemlerine göre Ermeniler, İngiliz desteğiyle yerli Müslüman halkı katlederek, bölgede nüfus çoğunluğunu oluşturmaya çalışmaktadır.
Sarıkamış ve Kars üzerindeki Ermeni baskısı ve saldırıları arttıkça Karabekir Paşa artık harekete geçmek zorunluluğu hissetmektedir.

Tam bu sırada 16 Mart 1920'de İstanbul işgal edilir.

Daha sonra Malta'ya sürgün edilecek olan ve aralarında eski Sadrazam Sait Halim Paşa, Fethi Okyar, Ahmet Emin Yalman, Ziya Gökalp, Rauf Orbay gibi isimlerin bulunduğu pek çok üst düzey asker ve sivil Osmanlı tevkif edilir.

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın telgraf emriyle, Karabekir Paşa da Albay Rawlinson'u gözaltına aldırır. (Sonradan Malta Sürgünleri'yle değiş tokuş edilecektir.)

Ermeni saldırılarının ve zulmünün daha da artması, Karabekir'in 1920 yılının bahar aylarında bir harekât önermesine yol açıyor, fakat Ankara'nın, başarıları artan Bolşevikler'le aradığı ittifak bu harekâtın bir süre geciktirilmesine neden oluyor.

Sevgili okurlarım, bu noktaya çok dikkat etmek gerek:

Mustafa Kemal Paşa, Ankara'da, yeni Sovyet Hükümeti'yle anlaşmadan Doğu Harekâtı'nın başlamasına izin vermiyor; Atatürk sadece büyük bir komutan değil, büyük bir politikacıydı da.

Bu arada Ermeni saldırıları ve işgalleri artıyor.
Nihayet Ankara'dan izin geliyor ve Karabekir Paşa 28 Eylül 1920'de sabah saat 3'te harekâta başlanması emrini veriyor.
Sonuç olarak Karabekir Paşa'nın birlikleri Sarıkamış'ı ve 30 Ekim'de Kars'ı Ermenilerden geri alıyorlar.
7 Kasım'da Gümrü teslim alınıyor ve 8 Kasım'da Ermenilerin isteği üzerine ateşkes koşulları görüşülmeye başlanıyor.
10 Kasım'da Ermeniler ateşkes koşullarını reddediyorlar ve savaş tekrar başlıyor. Ermeniler yine yenilince ateşkes yeniden görüşülüyor ve Aralık'ta Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ilk uluslararası antlaşmasını, Ermenilerle imzalıyor.

Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından bir gün sonra, Ermenistan, Bolşevikler tarafından işgal ediliyor ve Erivan'da Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti kuruluyor.

Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla Gümrü Antlaşması'nın onaylanması askıya alınıyor, sonunda, 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ve daha sonra 13 Ekim 1921 Kars Ant-laşması'yla Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır belirleniyor.

Bu arada güneyde, Kilikya bölgesinde, Maraş, Antep, Urfa ve Mersin'de, Fransız işgali altındaki topraklarda, Fransızların desteğiyle Ermeni gerilla hareketleri başlıyor.
Müslüman halk son derece yetersiz çete savaşlarıyla bunlara karşı koyuyor.
Nihayet Fransızlarla 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşması'yla Güney Cephesi'ndeki Ermeni olayları da sonlandırılıyor.

Fakat bu arada, Avrupa'da sürekli olarak Türklerin Ermenileri katlettikleri propagandası yayılıyor ve her muharebeden sonra Ermeni kayıpları son derece abartılı olarak veriliyor.
Böylece acımasız savaşların abartılmış bilançosu, bugün önümüze bir "soykırım" iddiası olarak çıkıyor.

Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı, sadece Birinci Dünya Savaşı'nın galibi olan Batılı devletlere karşı değil, aynı zamanda içerde Padişah'ın kışkırtmasıyla ayaklanan asilere, Ege'yi işgal eden Yunanlılar'a ve Doğu Anadolu ile Güney Doğu Anadolu'yu kana bulayan Ermenilere karşı da kazanılıyor.

Bugün soykırım iddiaları olarak karşımıza çıkan olay, işte Anadolu'nun paylaşılmasına ilişkin bu tarihsel hesaplaşmanın, günümüzde de sürdürülmek istenmesinden başka bir şey değildir.

XX. Yüzyılın ikinci Yarısındaki Ermeni Saldırılan ve Cinayetleri

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında, Lozan'da, İsmet Paşa'ya suikast yapmak isteyen ve daha sonra Mustafa Kemal'e suikast girişimini planlama aşamasında yakalanan Ermeni eylemcileri, 1945 yılına kadar göreli bir sessizlik dönemine girdiler.

1945'teki bireysel bir-iki girişimin dışında, örgütsel olarak 1960'ların ortasına kadar devam eden bu göreli sükûnet, Ermenilerin, "Soykırımın ellinci yılı" dedikleri 1965 öncesinde yeniden tırmanmaya başladı.
Uluslararası düzeyde, özellikle Amerika'da ve Fransa'da tırmanan bu örgütlü etkinlikler, 1970'li yılların başından itibaren doğrudan cinayetlere dönüştü.

Ermeniler dünyanın her yerinde Türk diplomatlarına ve Türk Hava Yolları gibi Türk kuruluşlarına pek çok saldırı düzenlemeye başladılar.

Bütün dünyanın ilgisiz ya da Ermenileri destekleyen gözleri önünde gerçekleştirilen bu saldırıların önemini ve genişliğini belirtmek için sadece ölümle sonuçlanan yani cinayet niteliği taşıyan olayların listesini aşağıda veriyorum:

1) 27 Ocak 1973. Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Muavin Konsolos Bahadır Demir, Santa Barbara da öldürüldü.
2) 22 Ekim 1975. Avusturya Büyükelçisi Danış Tunalıgil, Viyana'da öldürüldü.
3) 24 Ekim 1975. Fransa Büyükelçisi İsmail Erez ile şoförü Talip Yener, Paris'te öldürüldü.
4) 16 ġubat 1976. Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar Cirit, Lübnan'da öldürüldü.
5) 9 Haziran 1977. Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, Roma'da öldürüldü.
6) 2 Haziran 1978. İspanya Büyükelçimizin eşi Necla Kuneralp ile emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu, Madrid'de öldürüldü.
7) 12 Ekim 1979. Hollanda Büyükelçimizin oğlu Ahmet Benler, Lahey'de öldürüldü.
8) 22 Aralık 1979. Fransa Büyükelçiliği Turizm ve Tanıtma Müşaviri Yılmaz Çolpan, Paris'te öldürüldü.
9) 31 Temmuz 1980. Yunanistan Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen ile kızı Neslihan Özmen, Atina'da öldürüldü.
10) 17 Aralık 1980. Sydney Başkonsolosu Şarık Arıyak ile koruma görevlisi Engin Sever, Sydney'de öldürüldü.
11) 4 Mart 1981. Fransa Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Reşat Morali ile Din Görevlisi Tecelli Arı, Paris'te öldürüldü.
12) 9 Haziran 1981. Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Mehmet Savaş Yergüz, Cenevre'de öldürüldü.
13) 24 Eylül 1981. Paris'te Başkonsolosluk basıldı, Başkonsolos Kaya İnal yaralandı ve Koruma Görevlisi Cemal Özen, öldürüldü.
14) 28 Ocak 1982. Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, Los Angeles'te öldürüldü.
15) 4 Mayıs 1982. Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz Boston'da öldürüldü.
16) 7 Haziran 1982. Portekiz Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay ile eşi Nadide Akbay, Lizbon'da öldürüldü.
17) 27 Ağustos 1982. Kanada Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Kurmay Albay Atilla Altıkat, Ottowa'da öldürüldü.
18) 9 Eylül 1982. Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora Süelkan, Bulgaristan'ın Burgaz kentinde öldürüldü.
19) 9 Mart 1983. Yugoslavya Büyükelçisi Galip Balkar, Belgrad'da öldürüldü.
20) 14 Temmuz 1983. Belçika Büyükelçiliği idari Ataşesi Dursun Aksoy, Brüksel'de öldürüldü.
21) 27 Temmuz 1983. Lizbon'da Portekiz Büyükelçiliği konutu basıldı, Maslahatgüzar Yurtsev Mıhçıoğlu ve oğlu Atasay Mıhçıoğlu yaralandı, Maslahatgüzarın eşi Cahide Mıhçıoğlu ve bir Portekiz polisi öldürüldü.
22) 28 Nisan 1984. İran Büyükelçiliği'ne düzenlenen bir dizi saldırı sonunda sekreter Şadiye Yönder'in eşi Işık Yönder, Tahran'da öldürüldü.
23) 20 Haziran 1984. Avusturya Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Vekili Erdoğan Özen, Viyana'da öldürüldü.
24) 19 Kasım 1984. Birleşmiş Milletler Viyana Bürosundaki Türk Direktör Evner Ergun, Viyana'da öldürüldü.

Sevgili okurlarım değerli araştırmacı-yazar, eski Büyükelçi Bilal N. Şimşir'in Bilgi Yayınevi'nce 2000 yılında basılan iki ciltlik şehit Diplomatlarımız adlı kitabından derlediğim bu listede, Ermenilerin taşeronu olarak çalışan Yunan terör örgütlerinin öldürdüğü ya da dünyanın başka yerlerinde Türkiye düşmanlannca öldürülen öteki dışişleri mensuplarının adları yok.

Ayrıca cinayetle sonuçlanmayan, sadece baskın niteliğinde olan veya yaralamayla sonuçlanan suikast olaylarını da liste dışı bıraktım.

Bu dönemde Ermeniler tarafından 4 kıtada 20'den fazla ülkede 200'den fazla saldırı gerçekleştirilmiştir. Doğrudan Ermeni teröristler tarafından öldürülenlerin sayısı 30'u geçmiştir.

Sanıyorum bu cinayet listesi, gerek soykırım iddialarını öne sürenlerin, gerekse onlara destek veren Batı devletlerinin dayandıkları insani ya da hukuki gerekçelere yeterli karşı kanıt oluşturmaktadır!

Ermeni Soykırımı İddiasını Yasalar Aracılığıyla Dayatma Girişimi

Ermeni Soykırımı iddialarını öne sürenlerin işledikleri insanlık dışı cinayetlere ek olarak, bir uluslararası dayatma da çeşitli ülkelerin parlamentolarının kabul ettikleri "Ermeni Soykırımı Yasaları" aracılığıyla gerçekleştirilmektedir.

Bir tarihsel olay hakkında meclislerden yasa çıkararak "Bu olay olmuştur. Aksini savunmak yasaktır" anlayışını egemen kılmanın ne denli hukuksal, bilimsel ya da nesnel bir yaklaşım olduğu çok tartışmalıdır. Yasalarla tarih yazmak, tarihin doğrudan doğruya saptırılması anlamını taşımaz mı?

Fakat demokratik rejimin bazı cilveleri vardır:
Birçok ülkedeki Ermeni nüfus, seçim bölgelerindeki politikacılar üzerinde baskı kurarak bu tür kararların alınmasını sağlamaktadır.

Bugüne kadar Almanya, Arjantin, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lübnan, Polonya, Rusya Federasyonu, Slovakya, Uruguay, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Ermeni Soykırımıyla ilgili yasama kararları almıştır.

Avrupa Parlamentosu'nda da aynı biçimde kararlar alınmıştır.

Her ne kadar bugün Avrupa Parlamentosu'nun kararları "icrai" bir nitelik taşımıyor gibi görünüyorsa da Türkiye'ye dayatılan "Müzakere Çerçevesi Belgesi"nde Avrupa Birliği'nin bütün organlarının kararları geçerli sayıldığından, daha şimdiden Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde bir pürüz ortaya çıkmıştır.

Bütün bunlara ek olarak ABD'de pek çok eyalette ve Kanada, Arjantin, Avustralya, İsviçre gibi ülkelerin bazı yerel meclislerinde de bu konuda kararlar geçirilmiştir.

Hemen hemen her yıl, ABD parlamentosuna Ermeni Soykırımı iddialarının resmen tanınması için önerilerde bulunulmaktadır.

Şimdiye kadar kimi zaman ABD Başkanı'nın doğrudan müdahalesini gerektirecek kadar ciddi boyutlara ulaşan bu girişimler henüz bir sonuç vermemiştir ama bu durum, ilerde de bir sonuç alınamayacağı anlamına gelememektedir.

Ermeni Soykırımı için yasa çıkaran bazı ülkelerin nedenlerini akılcı biçimde kabul etmekte zorlanıyorum ama en azından görebiliyorum:

Fransa'da Ermeni seçmenlerin oluşturduğu büyük baskı, Almanya'da Yahudi Soykırımı konusunda yalnız kalmama duygusu ve benzeri nedenler, "yasa çıkartılarak tarihin yeniden yazılması" gibi bir yanlışlığı kabul edilebilir kılmasa bile bu yanlışın ardındaki öğeleri açıklıyor.

Beni büyük bir düş kırıklığına uğratan davranış Polonya'dan geldi; soykırım yasasını çıkaran ülkeler listesine son günlerde katılan Polonya ile tarihsel dayanışma bağlarımız vardı:

Polonya, Avusturya tarafından işgal edilip bağımsızlığını yitirdiğinde Osmanlı Devleti bunu kabul etmemiş, hatta Saray'daki büyükelçi kabullerinde, "Lehistan Sefiri" çağrısı yapılıp "Yolda. .." denilerek, bağımsızlığın yitirilmesine karşı tavır alınmıştı; ünlü Şair Adam Mickiewicz ile birlikte Adam Czartoryski, T. T. Jez, Sobozovvski, Adam Michalowski gibi Polonyalı özgürlük ve bağımsızlık savaşçılarına, şair ve yazarlarına sığınma hakkı tanımış ve onlara saygı göstermişti.

Öyle sanıyorum ki Polonya'nın toplumsal ve siyasal yapısına egemen olan yoğun Katolik kültürü ve Yahudi soykırımı konusunda Almanlar'la işbirliği yapanların tarihsel ağırlığı onları da bu yanlış kararı almaya yöneltti.

Peki bütün bu çabaların anlamı nedir?

Başka ülkelerin meclislerinin Türkiye'nin tarihiyle ilgili kararlar almaları Türkiye'yi ne derece bağlar, ne gibi somut sonuçlar doğurur?

Aslında bu kararlar, güncel siyaset ve uluslararası hukuk anlamında Türkiye'yle ilgili doğrudan ve somut bir sonuç doğurmuyor gibi görünüyor.

Ama sorunun temeline inildiğinde durumun hiç de öyle basit olmadığı anlaşılacaktır.

Örneğin Avrupa Birliği Parlamentosu'nun aldığı karar, tam üyelik zamanında Türkiye'nin önüne konulacak bir koşul niteliği kazanabilir.

Ayrıca Türkiye'ye karşı uygulanan modelin "önce soykırımı tanı, sonra tazminat öde, sonra toprak ver" biçiminde olduğuna ilişkin pek çok ipucu vardır.

Örneğin bu satırların yazıldığı günlerde, 28 Ocak 2006'da ajanslardan geçen şu habere bakınız:

"Aşırı milliyetçi Ermeni partisi Taşnaksütyun'un sözcüsü, Ermenistan olarak ileride Türkiye'den toprak isteyebileceklerini söyledi. Sözcü Giro Manoyan, 'Türkiye'den toprak talebi şu an dış politika gündeminde bulunmuyor ancak bu ileride de bulunmayacağı anlamına gelmiyor,' dedi.

"Giro Manoyan sözlerine, 'Bizim de bir parçası olduğumuz mevcut hükümet, desteklediğimiz ve desteğimizi sürdüreceğimiz Devlet Başkanı da bizim Anavatan taleplerimizi terk etmeyecek,' diye devam etti.

"Erivan'da bir yuvarlak masa toplantısında konuşan Giro Manoyan, hiçbir Ermeni hükümetinin, Türkiye'den asla toprak talep etmeyeceklerini söyleyemeyeceğini söyledi ve 'Hiçbir Ermeni hükümeti bunu yapamaz çünkü bana göre Ermeni halkı böyle bir Hükümetin iktidarda kalmasına asla izin vermez,' diye konuştu.

"Milliyetçi Taşnaksütyun sözcüsü, Ermenistan yönetiminin şu anda böyle bir talepleri olmamasına karşın, 'Bugün böyle taleplerimizin olmaması, yarın da olmayacağı anlamına gelmiyor,' dedi.

"Ermeni basını, Taşnaksütyun'un bu açıklamasının ardından, 'Ermeni Devrim Federasyonu'na (Taşnaksütyun) göre, Ermenistan, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımıyor,' yorumu yaptı. Ermeni basınında çıkan haberlerde, Ermenistan'ın gelecekte Türkiye'den 1915 öncesinde Ermenilerin yoğun biçimde yaşadığı Türkiye topraklarını isteyebileceği belirtildi."

Çeşitli ülkelerdeki bu Ermeni Soykırımı Yasaları'nın bir başka işlevi de kamuoyu oluşturmak, özellikle de gençleri bu "bilgi"yle yetiştirmektir.
Örneğin Fransa, İsviçre gibi ülkelerde, Ermeni Soykırımı'nın olup olmadığını tartışmak olanaklı değildir.

Daha doğrusu bu ülkelerde "Ermeni Soykırımı yoktur" demek yasaktır; diyen cezalandırılır.

Sevgili okurlarım sakın bu yazdıklarımın bir abartma olduğunu sanmasınlar. (Gerçekler, Türklere karşı bu konudaki önyargılar ve uygulamalar o denli inanılmazdır ki, okuyanların bunların gerçek olduğuna inanmalarının zor olduğunu düşünüyorum.)

Ünlü tarihçi Prof. Bernard Lewis, "Ermeni Soykırımı yoktur," dediği için Fransa'da yargılanmış ve cezaya çarptırılmıştır.

Türkiye'de bir siyasal partinin genel başkanı olan Doğu Perinçek'in, aynı nedenle İsviçre'de savcılık tarafından ifadesi alınmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri'nde Ermeni Soykırımı Yasaları'nı kabul eden eyaletlerde, okullarda Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları, resmi bir tarih konusu olarak okutulmaktadır.

Bu eğitimin sonunda, yakın bir tarihte dünyayı yönetecek kişilerin beyinleri bu konuda yıkanmış olacak, tarihin çok tartışmalı bir konusu dogmatik bir inanç olarak dünyaya egemen kılınacaktır.

Ermeni Soykırımı İddialarının İki Kaynağı Hakkında

Neredeyse yüzyıllar öncesinde başlayan Anadolu'nun paylaşım kavgasından kaynaklanan, yüzyıllar öncesinin din savaşlarına oturtulmuş bulunan ve ne yazık ki günümüzde de, tarihsel bir kin, intikam ve toprak kazanma duygusuyla desteklenerek sürdürülen "Ermeni Diasporası ile Ermenistan arasındaki ilişkileri canlı tutmayı hedefleyen' Ermeni Soykırım iddialarının günümüzde tarihsel olarak kullanılan iki temel kaynağı var.

Birincisi 1913-1916 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi Henry Morgenthau'nun anıları, öteki James Bryce ile Arnold Toynbee'nin yazdıkları ünlü Mavi Kitap.

Önce Amerikan Başkanı Woodrow Wilson'a adanmış olan Morgenthau'nun kitabı hakkındaki gölgelere bakalım:

(Bu arada Amerikan Kongresi'nin Lozan Antlaşması'nı hiçbir zaman onaylamamış olduğunu da anımsatmalıyım.)

Kitap hakkındaki önemli bir iddia, Morgenthau'nun kendisi tarafından değil, Ermeni sekreterleri tarafından kaleme alındığıdır.

Bu iddianın ne kadar doğru olduğu belli değil.

Ama belli olan bir şey var ki, o da dönemin Amerikan Başkanı Wilson'un Irak ile Bolşevikler'in denetimine geçen Rusya arasında, Amerikan nüfuzu altında, tampon bir Ermeni devleti kurmak yanlısı olduğu ve Hıristiyan misyonerlerinin (dinsel ve siyasal) desteği bir yana, bu politikanın, Anadolu üzerinde oynanan oyunlar çerçevesinde Sevr'e kadar uzanan ciddi sonuçlar doğurduğu. (Aralarında Halide Edip Adıvar'ın da bulunduğu bir grup aydının, Kurtuluş Savaşı sırasında, Türkiye için de "Amerikan Mandası" istediği anımsanmalıdır.)

Kitap hakkında, Morgenthau'nun Hikâyesinin Arkasındaki Hikâye adıyla Heath W. Lowry'nin araştırması, bu kitabın ne denli güvenilir (daha doğru bir deyişle, ne denli güvenilmez) olduğunu ortaya koymaktadır.

Morgenthau'nun kitabındaki bilgilerle aynı dönemdeki Amerikan konsoloslarının raporları bile birbirini tutmamakta, ayrıca verdiği sayılar, son derece abartılı görünmektedir.

Ermeni Soykırımı iddiaları konusundaki ikinci kaynak kitap, Bryce ve Toynbee tarafından kaleme alınan ve Mavi Kitap adıyla bilinen kitaptır.

Kitabı yazdıran, İngiltere'nin Wellington House adıyla bilinen propaganda bürosudur.

İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri'ni de kendi yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokmak istemekte, bu nedenle Wellington House'da Almanlar ve Osmanlılar aleyhine propaganda kitapları hazırlatmaktadır.

Sonunda olumlu sonuç da alınır, Amerika 1917'de savaşa girer.

Savaştan sonra 1925 yılında, Almanya'nın isteği üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Chamberlain, Lordlar Kamarası'nda Almanlarla ilgili Mavi Kitap'm düzmece olduğunu açıklamıştır.

Amerikalı araştırmacı Lustin McCarthy, yaptığı çalışmalarla kitaptaki kaynakların güvenilmezliğini saptamıştır.
Ayrıca kitap, ünlü BBC yöneticisi, araştırmacı yazar Andrew Mango tarafından da, "Mavi Kitap bir propaganda derlemesi. Tümü uydurma değil. Ama iki mesele var. Tek taraflıdır. Bunlar Ermenilerin kurban olduğu mezalimden bahsediyor. Türklerin uğradığı mezalimden bahsetmiyor. İkincisi, belge hakiki olabilir ama gerçeği yansıtmayabilir," biçiminde değerlendirilmiştir.

Bu konuda buraya kadar belirttiğim kaynaklar dışında Prof. Stanford Shaw'un, Türkçe'ye çevrilmiş olan Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye kitabına bakılabilir.

Soykırım İddialarının Siyasal ve İdeolojik Temelleri Var mıydı?

İddialar, belgeler, kaynaklar, abartmalar, önyargılar ve benzerleri, gelip bir noktada düğümleniyor:

Osmanlılar Ermenilere soykırım uyguladı mı?

Daha doğrusu, tarihte yaşandığını bildiğimiz bu trajedi, bir katliam mıydı, bir karşılıklı katliam yani mukatele miydi, yoksa bir soykırım mı?

Bu sorunun yanıtı, önce Yahudi Soykırımı sırasında Almanya'daki siyasal-ideolojik yapıya bakılarak, daha sonra da bu yapı çerçevesinde Osmanlı'nın koşulları irdelenerek verilebilir.

Önce Almanya'yı anımsayalım:
Hitler, Cermen ırkının üstünlüğüne dayalı Nasyonal Sosyalizmi, NAZİ ideolojisini üreterek iktidara gelmişti.

Yani Almanya'da Yahudi Soykırımı öncesi "Irkçı bir ideolojik-siyasal yapı" topluma egemen olmuştu.

Almanlar, önce ırkçı bir yaklaşımla Cermen ırkının üstünlüğüne dayalı bir inanç sistemi geliştirmişler, sonra da bu ırkçı ideoloji-siyaset çizgisine dayalı olarak Yahudi ırkına karşı bir soykırım uygulamışlardı.

Osmanlı'ya baktığımızda ise Birinci Dünya Savaşı öncesinde, topluma ne milliyetçi ne de ırkçı bir yaklaşımın siyasal bir ideoloji olarak egemen olduğunu görüyoruz.

Daha doğru bir saptamayla Osmanlı'nın en gecikmiş milliyetçilik ideolojisi olan Türkçülük, o yıllarda henüz filizlenme aşamasındadır.

Türkçülük ideolojisine destek verdikleri ileri sürülen İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 İkinci Meşrutiyet darbesinden sonra, "kurtarıcı ideoloji" olarak, uzun süre, milliyetçiliğin, yani Türkçülüğün tam tersi olan "İttihadı Anasır" (Ögelerin-Unsurların Birliği) ideolojisine sarılmıştır; çünkü amaç, imparatorluğun bütünlüğünü Hıristiyan ögeleriyle birlikte korumaktır.

Nitekim İkinci Meşrutiyet'ten sonra oluşturulan Meclis'te çok sayıda Hıristiyan mebusa, bu amacı gerçekleştirmek için yer verilmiştir.

Ziya Gökalp'ın öncülük yaptığı "Türkçülük" veya "Türk Milliyetçiliği" akımı henüz filizlenmektedir ve anılardan öğrendiğimize göre başta Talat Paşa olmak kaydıyla, İttihatçılar, Ziya Gökalp'ı biraz müsamaha biraz da ilgisizlikle dinlemektedirler.

Gökalp'ın, ilk eserlerini 1910'lu yıllarda yayınladığı düşünülürse, o zamanki iletişim olanaklarıyla bu fikirlerin bırakın toplumu, yönetici kadro tarafından bile birkaç yıl içinde benimsenmesi ve bir "ırkçılık bilincinin" gelişmesi olanaklı değildir, zaten de böyle bir şey olmamıştır.

O kadar olmamıştır ki, "Türk Milliyetçiliği" ancak Cumhuriyet'in ilanından sonra (Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 oku çerçevesinde) gündeme gelmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında devleti yöneten İttihatçıların "tutarlı ve bilinçli bir Irkçı ya da Milliyetçi Türkçülük ideolojileri" yoktu ki, bu ideolojiye dayalı olarak "Ermeni ırkını yok etme" çabasında bulunsunlar.

Olaylar, Osmanlı'dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmak isteyen Ermenilere, Birinci Dünya Savaşı çerçevesinde Rusların (ve öteki Batılı devletlerin) verdiği fiili destek sonunda ortaya çıkan bir "savaş trajedisidir".

Özet ve Sonuç: Mukatele Soykırım Değildir Ama Şimdi Ne Yapılabilir?

Bütün dünyada ortaya çıkan "Ermeni Soykırımı iddialarına" karşı tek yapabildiğimiz, haber bültenlerimizde, "Ermeni Soykırımı iddiaları" tamlamasının başına "sözde" kelimesini eklemek oldu.

Sevgili okurlar, konuyu bitirirken Ermeni sorunuyla ilgili olarak kısa bir özeti dikkatinize sunmak istiyorum:
1) Ermeni sorunu, kökü Haçlı Seferleri'ne kadar dayanan, Anadolu'nun paylaşılması mücadelesinin (ne yazık ki) günümüzdeki bir uzantısıdır.
2) Günümüze yansıyan Ermeni sorunu, esas itibarıyla bir din-tarım imparatorluğu olan Osmanlıların içindeki dinsel grupların (milletlerin), farklı dinler üzerine kurulmuş olan öteki düşman imparatorluklar tarafından kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır.
3) Olayın temelinde hem dinsel, hem de ulusal kimlik sorunları yattığı için sorunun kökleri, hem dinsel kimliklerin önem taşıdığı ortaçağa, hem de Milliyetçilik Akımları'nın ortaya çıktığı Fransız devrimine kadar uzanmaktadır.
4) Ortaçağ ve Yeniçağ, uluslararası siyasetin de, imparatorlukların iç işleyiş mekanizmalarının da büyük ölçüde dinsel kimliklerden etkilendiği bir dönemdir.
5) Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanı olan öbür tarım-din imparatorlukları, sürekli olarak Osmanlı'nın Hıristiyan tebaası üzerine yatırım yapmışlar, Osmanlı'nın Hıristiyan nüfusunu, kendi nüfuzları için kullanmak istemişlerdir.
6) Bu konuda en erken ve hızlı davranan Rusya'dır. Daha 1774 yılında Küçük Kaynarca Anlaşması'yla Osmanlılara, Rus Çarının, Osmanlı'nın Hıristiyan tebaasının "koruyucusu" olduğunu kabul ettirmiş ve böylece Osmanlı Ermenilerinin Rusya tarafından kışkırtılması resmen başlamıştır.
7) XVIII. yüzyılda Osmanlı'nın çöküş döneminin başlaması sonunda ortaya çıkan "Doğu Sorunu"(Şark Meselesi-Eastern Question), yani Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl paylaşılacağı konusu, derhal Ermeni ve Rum "milletlerinin" Fransa, ingiltere, Almanya ve Rusya arasındaki rekabet çerçevesinde, siyasal olarak kışkırtılmalarını ve kullanılmalarını dünya stratejisi gündeminin en başına oturtmuştur.
8) Birinci Dünya Savaşı, hem Almanya'nın hem de Rusya'nın aradan çekilmesine yol açınca Osmanlı İmparatorluğu, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar arasında taksim edilmiş, Rum milleti doğrudan Yunanistan ile, Ermeni milleti de doğrudan Ermenistan ile ilişkilendirilerek, Amerika Birleşik Devletleri'nin de desteğiyle Sevr Antlaşması yürürlüğe konmuştur.
9) Bu arada Rusya, Birinci Dünya Savaşı'nda savaşmakta olduğu Osmanlı Imparatorluğu'na karşı Ermeni taburlarını örgütlemiş, Osmanlı Ermenileri, doğuda ve güneydoğuda pek çok yerde, "uyruğu oldukları" Osmanlı'ya karşı silahlı savaşa girişmiş, kurdukları çetelerle de Türkleri ve Kürtler'i öldürmeye başlamışlardır; tabii Osmanlılar da bunlara karşı hem nizami savaşı hem de çete savaşını sürdürmüşlerdir.
10) Osmanlı Ermenileri üzerinde yatırım yapan güçlerden Fransızlar da Sevr Anlaşması'ndan sonra güneydeki ve güneydoğudaki işgallerinde Fransız üniforması giydirilmiş Ermenileri kullanmışlardır.
11) 1900'lü yılların başlarında Amerika Birleşik Devletleri de konunun önemini kavramış, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Boston merkezli olmak üzere "misyoner" faaliyetlerini ve misyoner okullarını başlatmıştır.
12) Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni siyasal düzenin temellerini oluşturan Wilson'un 14 ilkesi, esas olarak Anadolu'nun paylaşılmasını da düzenlemektedir.
13) Türkiye Cumhuriyeti, işgalci kuvvetler ve Ermenilerle yapılan nizami savaşlar sonunda, bu savaşların kazanılmasıyla imzalanan anlaşmaların ortaya çıkardığı bir devlettir.
14) Osmanlı imparatorluğu, kendisi milliyetçi ideolojiyi (Türkçülüğü) geliştirememiş (geliştirmemiş) ve Milliyetçilik Akımları'nın güçlenmesi sonunda parçalanmış bir imparatorluktur. Bu açıdan imparatorluğun yöneticilerinin bir başka ulusa "soykırım" uygulaması ne siyasal ne de ideolojik olarak olanaklıdır. Çünkü kendi "ulusal bilinçleri" bile henüz gelişmemiştir.

Günümüzdeki Ermeni Soykırımı iddialarının ardında Ermeni Diasporası vardır.

Yunanca "dağılma" demek olan Diaspora teriminin iki anlamı var:
Birinci olarak, tarihin eski dönemlerinde, Babil sürgünüyle ülkelerinden kovulmuş olan Musevilerin dünyaya yayılma olayını belirtiyor.

İkinci olarak da yabancı ülkelerde yaşayan Musevilerin oluşturduğu cemaatlerin toplamı anlamına geliyor.

Musevi diasporası, dinsel-geleneksel olarak Musevilerin, tek tanrılı dinlerini tüm insanlığa yaymak için Allah tarafından bütün dünyaya dağıtıldığına ve bir gün kendilerine Allah tarafından "Vaat Edilmiş Topraklar" olan İsrail'e döneceklerine inanır.

Bu inanç sonunda, İkinci Dünya Savaşı'ndaki soykırımın bedeli olarak, İsrail Devleti kurulabilmiştir.

Diaspora sözcüğünün temelinde "topraksızlık" anlayışı yatar.
İşte Ermeniler, Ermenistan dışında yaşayan ve çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarından göç etmiş soydaşlarını Diaspora diye tanımlarlar.
Katliam, Arapça kökenli, "öldürmek" anlamına gelen "kati" ile yine Arapça, "umum"dan gelen ve "genel" demek olan "âmm" sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan, tarihsel olarak zaptolunan bir yerin tüm halkını kılıçtan geçirerek öldürme anlamını taşıyan bir kelimedir.

Mukatele, Arapça kökenli "kati" sözcüğünden türetilmiş, "karşılıklı öldürme" anlamına gelen bir kelimedir.

Şimdi tarih felsefesi açısından bu sözcükleri kullanarak bir çözümleme yapalım:

İlk ve orta çağlarda tüm imparatorluklar, yani devletler din esasına göre örgütlenmiş olduklarından, bunlar arasındaki bütün savaşlar ve kendi tebaaları olan farklı dinden ve mezhepten insanlara uyguladıkları yok etme yöntemleri, çağdaş bir kavram olan soykırım tanımına ancak çok büyük bir zorlama ile sokulabilir.

Ama böyle bir teşhis, tarih felsefesi açısından tarihi saptıran bir teşhis olacaktır.

Bu nedenle de tarihin doğru bir yorumu olarak kabul edilemez.

Çünkü o zaman, Haçlı seferleri, II. Ferdinando'nun, Ispanya'daki Museviler ve Müslümanlar politikası sonucu onları öldürmesi ve göçe zorlaması, önce Portekizlilerin ve İspanyolların, sonra da Amerikalıların Güney ve Kuzey Amerika kıtalarının yerlilerini (Inkalar, Aztekler, Kızılderililer) yok etme çabaları, Fransa'daki San Bartelemiy katliamı da, çağdaş bir kavram olduğu için o dönemler açısından geçerli olmayan, soykırım diye tanımlanabilir.

Ama bu tanımlama da yanlış olacaktır.

Çünkü o dönemdeki tüm devletlerarası ilişkiler ve savaşlar, ülkelerin farklı din ve mezheplerdeki tebaalarına uyguladıkları baskılar, ya din ya da milliyet esasına göre yapıldığından, bu tanıma girmeyen hiçbir savaş ve toprak işgali hemen hemen yoktur.

Aynı mantık, yani tarihin aynı yorumu, Osmanlı İmparatorluğunun katıldığı ve yenilerek yok olduğu Birinci Dünya Savaşı sırasında, İmparatorluğun savaştığı devletler arasında bulunan Ruslara yardım etmek için ayaklanan ve Rus orduları ile birlikte çevrelerindeki Türkleri ve Kürtler'i katleden Ermenilere karşı imparatorluğun uyguladığı tedbirler için de geçerlidir.

Ermenilerin, Rusların desteğiyle Türklere ve Kürtlere uyguladıkları katliam, bu çerçevede Kürtlerin ve Türklerin, Ermenilere karşılık vermeleri ve imparatorluğun da bu durumda Ermenilere karşı aldığı önlemler, bir "soykırım" değil, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan trajik bir "mukatele" olayıdır.

Bu "mukateleyi" bir "soykırım" gibi anlamak ve dünya kamuoyuna böyle sunmak, tarihin yanlış yorumlanması ve bu nedenle de saptırılması anlamını taşır
.
Ermenilerin, hem "soykırım" iddialarının temelinde hem Ermenistan dışındaki Ermenileri, Musevi Diasporası'na koşut bir biçimde "Ermeni Diasporası" diye nitelemelerinin ve bu diasporayı Türk düşmanlığıyla ayakta tutmaya çalışmalarının altında, Musevilerin İsrail Devleti modeline yol açan oluşumların taklidi ve bu devlete giden aynı yolun, aynı amaçla izlenmesi uygulaması yatmaktadır.

"Türk düşmanlığı" bu çerçevede, sadece siyasal amaçlı değil, kimliğini yitirmekte olan Ermeni Diasporası'nı canlı tutmak için kültürel bir araç olarak da kullanılmaktadır.

Bilindiği gibi bir grubu bir arada tutmanın en iyi yolu, onları "ortak bir düşmana karşı birleştirmektir".

Ermeni Diasporası'nm mali, ekonomik ve siyasal gücüne muhtaç olan Ermenistan, bu soydaşlarının bulundukları ülkelerde asimile olmalarını engellemek için de "soykırım" iddialarını sürekli olarak gündemde tutmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki pek çok eyalette ve daha önce listesini verdiğim ülkelerde kabul edilen "Ermeni Soykırımı" yasalarının temelinde işte bu öge de önemli bir rol oynamıştır.

Bu durumda, Türkiye'nin yapacağı iki ayrı şey vardır:
Birinci olarak, bugüne kadar, Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" anlayışı çerçevesinde üzerinde pek durulmayan "Ermeni sorunu" bütün boyutlarıyla ele alınmalı, hem ulusal eğitim programlarında hem de uluslararası platformlarda tarih, bütün çıplaklığıyla öğretilmeli ve tartışmaya açılmalıdır.

İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu konudaki muhatapları iyi belirlenmeli ve onlarla derhal, "Ermeni sorunu"nu çözecek adımlar atmak için yakın ilişkilere girilmelidir.

Muhataplarımız, hiç kuşkusuz önce Ermenistan Cumhuriyeti, sonra İstanbul Patriği başta olmak kaydıyla Ermeni Kilisesi ve şimdiye kadar pek kimsenin gündeme getirmediği Gülbenkyan Vakfı birinci sırada olmak kaydıyla, Ermeni vakıfları ve sivil toplum örgütleridir.

Türkiye, tarihsel gerçekleri tüm çıplaklığıyla irdelemeye başlar ve bunu hem içte hem de dışta yaparsa, sadece haklılığı ortaya çıkacak ve hiç kuşkusuz, uluslararası platformlarda güçlenecektir:

Tabii bu arada, yukarda belirttiğim üç muhatap ile yakın ilişkiler geliştirilerek, tarihin siyasal amaçla saptırılmasının önlenmesi de şarttır.

İnanıyorum ki Ermeniler, tarihin karanlık labirentlerinde dolaşarak günümüz Türkiyesi'nin aleyhine gerçekleşmesi olanaksız olan "ham hayaller" peşinde koşmak yerine, daha gerçekçi politikalar izlemenin kendileri açısından da çok daha yararlı olduğunu mutlaka göreceklerdir.

Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek




Share this article :

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

 
Copyright © 2011. ATLAS . All Rights Reserved
Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
Template Modify by Creating Website. Inpire by Darkmatter Rockettheme Proudly powered by Blogger