OSMANLI’NIN BORÇLARI VE YIKILIŞIN ASIL SEBEPLERİ
Osmanlı Borçlarını Yalnız Türkiye Cumhuriyeti Ödemedi
Sevgili okurlarım, yakın tarihimizin çok iyi bilinmeyen
bölümlerinden biri de Osmanlı borçlarının Lozan'dan sonraki durumudur.
Önce Lozan'ı kısaca anımsayalım:
Lozan'da Osmanlı borçları konusunda İsmet Paşa'nın iki büyük
başarısı vardır.
Birinci olarak bu borçlar, Lozan'la kurulan Türkiye
Cumhuriyeti'nin dışında kalan ve eski Osmanlı Imparatorluğu'nun toprakları
üzerinde bulunan ülkeler arasında da paylaştırılmıştır.
İkinci olarak bu paylaşma, sadece faizleri değil, anaparayı
da kapsayacak biçimde hesaplanmıştır.
Türk Ansiklopedisinden aldığım aşağıdaki liste, Osmanlı
borçlarının her devlete düşen hissesini göstermektedir:
Türkiye 84.597.495
Suriye-Lübnan 11.108.858
Yunanistan 11.054.534
Irak 6.772.142
Yugoslavya 5.435.597
Filistin 3.284.429
Bulgaristan 1.776.354
Arnavutluk 1.633.233
Hicaz (S. Arabistan) 1.499.518
Yemen 1.182.104
Ürdün 733.610
İtalya 243.200
Necit (S. Arabistan) 129.150
Maan (Güney Ürdün) 128.728
Asir (S. Arabistan) 26.138
Lozan'dan sonra Düyun-u Umumiye idaresi kaldırıldı ve yerine
Paris'te bir yönetim kuruldu, Düyun-u Umumiye'nin bütün malları ve kadroları
Türkiye'ye devredildi.
Daha sonra 1933'te Osmanlı borçlan yeniden gözden geçirildi
ve bu tarihten sonra yapılan muntazam ödemelerle, konulan süreden 29 yıl önce,
1954 yılında genç Cumhuriyet kendi payına düşen bütün borçları ödedi.
İtalya 1926'da, Filistin 1928'de, Suriye ve Lübnan 1933'te
Irak 1934'te, Ürdün ve Maan 1945'te, Bulgaristan 1955'te, Yugoslavya 1960'da
borçlarını ödemişlerdir.
Bunlara karsılık, Yunanistan, Suudi Arabistan, (Hicaz,
Necit, Asir) Arnavutluk ve Yemen hiçbir borç ödemesinde bulunmamışlardır.
Görüldüğü gibi, Batılı alacaklılar, borçlar konusunda bile
ülkeler arasında ayrımcılık yapmışlar ve aralarında Yunanistan'ın da bulunduğu bazı
ülkeler hiçbir ödeme yapmadan bu yükümlülüklerinden kurtulmuşlardır.
Bu da tarihin tatsız (ve ülkemizdeki "resmi tarih"
anlayışının üzerinde pek de durmadığı) olaylarından biridir.
Osmanlı İmparatorluğu Neden Çöktü?
"Resmi tarih"in de "gayri resmi tarih"in
de bir türlü akılcı ve bilimsel bir biçimde açıklayamadığı olgu Osmanlı
İmparatorluğu'nun neden çökmüş olduğudur.
Belki şöyle sorarsak, konunun önemi daha iyi anlaşılabilir:
Fatih döneminde, dünyanın en güçlü teknolojik ve ideolojik devleti
olan Osmanlı, nasıl olmuş da, bir süre sonra duraklama, sonra da gerileme
dönemine girmiş ve sonunda çökmüştür?
Yani bir dönem dünyanın en güçlü imparatorluğu, ne olmuştur
da duraklama ve gerileme dönemine girmiş, bu süreçten kurtulamayıp çökmüştür?
Resmi tarihin bu soruya verdiği yanıt "İmparatorluğun
doğal sınırlarına ulaşmış olması" gibi bilime ve akla uymayan gerekçelerle
doludur.
Örneğin bu gerekçenin sahipleri, "imparatorluğun doğal
sınırlarının" niçin Viyana'dan geçtiğini, Berlin'den geçmediğini nasıl
açıklayacaklardır doğrusu merak ediyorum.
Bir başka açıklama islam dinin tutucu niteliğinden dolayı,
Osmanlı İmparatorluğu'nun, matbaa gibi dünyadaki yenilikleri almakta
geciktiğidir.
Bu açıklamayı yapanlar, değişim dönemlerinde bütün dinlerin tutucu
işlev gördüğü gerçeğini ve Hıristiyanlığın, Müslümanlıktan çok daha reaksiyoner
nitelikler taşıdığını unutmuşlardır.
Onlara tek bir soru sormak gerekir:
Galile'yi kim yargılamıştır?
Bir şeriat mahkemesi mi?
Bildiğiniz gibi Galile'yi yargılayan mahkeme bir Engizisyon
mahkemesidir.
Hem de yargılama gerekçesi, dünyanın güneşin etrafında
dönmediği konusundaki kilise dogmasına karşı çıkmasıdır.
Üstelik yargılama tarihi 1600'lerin başıdır.
Daha önce belirttiğim gibi Osmanlıların Tophane'deki gözlemevini
topa tutarak yok ettiği tarihten 30 yıl kadar sonra.
Yani nasıl oluyor da, dünya ve evren hakkında bu denli
baskıcı ve yanlış kavramlara sahip olan Hıristiyanlık gelişmeyi ve ilerlemeyi
engellemiyor da, Müslümanlık engelliyor?
Bu sorunun yanıtı yoktur.
Müslümanlık, değişim döneminde yeniliklere karşı tutucu bir
görev üstlenmiş, bütün gerici eylemler şeriat adına yapılmıştır ama
Hıristiyanlık da bu konuda Müslümanlıktan farklı değildir.
Hıristiyanlığın Reform hareketiyle nitelik değiştirmesi de
bu sorunun yanıtı olamaz, çünkü o zaman soru, "Neden Hıristiyanlığın egemen
olduğu toplumsal yapı bu değişime izin veriyor da, Müslümanlığın egemen olduğu
toplumda böyle bir değişim görülmüyor?" biçimini alır.
Yani imparatorluğun çöküş nedenini dinden başka bir yerde
aramak gerekir!
"Gayri resmi tarih"in öne sürdüğü çöküş
nedenlerinin bazıları da, en az yukarda belirtilen "resmi tarih"
görüşünün bazı gerekçeleri kadar anlamsızdır:
Güya Osmanlı padişahlarının, Bizanslı, Ukraynalı, Venedikli
gibi Hıristiyan kökenli kadınlarla evlenmeleri, Osmanlı soyunu yozlaştırmış, imparatorluk
da bu yüzden çökmüştür. Bu iddianın genetik bilimi açısından yanlışlığı çoktan
kanıtlanmıştır:
Melezleşme, insanların daha sağlıklı olmasına yol açmakta,
buna karşılık akraba evlilikleri, benzer genlerin hastalıkları daha belirgin
hale getirmesinden dolayı kuşakları yozlaştırmaktadır.
Avrupa hanedanları kendi aralarında evlenerek yozlaşmış,
buna karşılık melezleşen Osmanlı Hanedan'ı (birçok delilik vakasına karşın) bu
hanedanlardan daha sağlıklı olarak varlığını sürdürmüştür.
Ayrıca yabancı kökenli kadınların Osmanlı politikasını
etkileyerek imparatorluğu batırdıkları iddiası da geçerli değildir, çünkü
unutmamak gerekir ki güçleri, mevcut devlet yapısı içindeki konumları ve saray
içindeki ilişkilerle sınırlıdır. Bir başka deyişle imparatorluk içindeki
entrikalar ve oyunlar, ancak mevcut yapının ve ilişkilerin izin verdiği ölçüde
etkili olabilmiştir. Mevcut yapı ve ilişkilerin nitelikleri ise bu yabancı
kadınların güçlerinin çok ötesindeki değişkenler tarafından belirlenmiştir.
Sevgili okurlarım, yukarda sadece birkaç örnek verdim:
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş nedenleri ne "doğal sınırlardır" ne
"Müslümanlık" ne de "Yabancı padişah eşleri ve anaları".
Aşağıda bu nedenleri çok daha makro açıdan irdelemeye çalışacağım.
Tarihsel Diyalektik
Tarihteki her olay, çeşitli tepkiler doğurur, bu arada karşıtlarını
da yaratır ve güçlendirir.
Bu diyalektik, tarihin kaçınılmaz mantığıdır.
Osmanlı'yı çökerten biri iç, öteki dış, iki temel süreç vardır.
Bu iki süreç de aslında İmparatorluğun güçlü yanlarından kaynaklanmıştır ama
kaçınılmaz olarak onun yıkılmasına kadar giden diyalektik olayları da yaratmıştır.
Osmanlı'nın yıkılış süreci, kuruluşla başlar.
"Her insan doğduğu andan itibaren ölmeye başlar,"
diye düşünürseniz, bu yargımın hiç de haksız olmadığını göreceksiniz.
Ama burada kastettiğim süreç, sadece imparatorluğun
"doğmuş ve doğduğu andan itibaren ölmeye başlamış olması" değildir;
imparatorluğun doğuş süreci, onu yok edecek mekanizmaları da tetiklemiştir.
İstanbul'un Fethi Amerika'nın Keşfine, Amerika'nın Keşfi
Dünyanın Değişmesine, Dünyanın Değişmesi Osmanlı'nın Yıkılışına Yol Açıyor.
Sevgili okurlarım, daha önce Osmanlı Imparatorluğu'nun Fatih
Sultan Mehmet döneminde kurulduğunu belirtmeye çalışmıştım.
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesi, sadece burada
yaşayan bilim ve sanat insanlarının Batı'ya kaçmasına ve oralarda yenilikçi
hareketlerin başlamasına yol açmadı.
Aynı zamanda Hıristiyan Dünyası'nı Osmanlı'ya karşı birleştirdi
ve uzun yıllar sürecek olan yeni bir haçlı seferi dalgası başlattı.
Ama asıl etki başka bir yerdeydi:
Osmanlılar, İstanbul'u fethederek bilinen dünyanın, yani
Avrasya'nın kalbine el koymuşlardı; Doğu-Batı ticaret yollarının denetimi artık
onların elindeydi.
O dönem dünyasının tüm işleyiş mekanizması ise bu ticaret
yollarına dayalıydı.
Hem Kırım üzerinden Rusya'yı, hem Karadeniz'i, hem
Anadolu'yu, hem de Akdeniz'i denetimlerine alan Osmanlılar, Batılı ülkelerin ticaret
yollarının tümünü kesmişlerdi.
Kan damarları kesilen Batı, yeni ticaret yollan aramaya başladı.
Bu arama süreci, hem Osmanlı'nın denetiminde olanların dışındaki
yolların bulunmasına yol açtı, hem de daha önemlisi, Amerika'nın keşfedilmesiyle
dünyanın sınırlarını değiştirdi, yeni bir dünya yarattı ve bu sürecin dışında
kalan Osmanlı, yenidünyaya uyum sağlayamayıp çöktü.
Osmanlı, o zamanki dünyanın tümü demek olan Avrasya'nın
egemeni idi.
Amerika'nın keşfiyle bu dünyanın değişmesi onu yıktı.
Tabii burada hemen iki soru akla geliyor:
1) Amerika'yı niçin Osmanlılar keşfedemedi de, Avrupalılar
keşfetti ve sömürgeleştirdi?
2) Amerika'nın keşfinden sonra oluşan yenidünyaya Osmanlı
niçin entegre olamadı?
Birinci sorunun iki yanıtı vardır:
Birinci olarak, Osmanlılar, bilinen dünyanın (Avrasya'nın)
denetimini ellerine geçirmişlerdi, yeni arayışlar içinde değillerdi.
Kendi egemeni oldukları dünyanın sınırlarını ya da işleyişini
değiştirmek gibi bir hedefleri yoktu.
Sıkıntıda olanlar Avrupalılardı, yeni yolları da onlar aradılar.
İkinci olarak, Avrupalıların coğrafi konumları, yani
Atlantik kıyısında olmaları, Osmanlılara göre bu keşifler için daha uygundu.
İkinci sorunun yanıtına gelince, Amerika'nın keşfinden
sonra, bu ülkeden Avrupa'ya aktarılan değerli madenler ve öteki zenginlikler
doğrudan doğruya bu kıtanın toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısını etkiledi,
zenginleştirdi, canlandırdı, kapitalistleşme sürecini hızlandırdı. Osmanlılar
ise bu sürecin dışındaydılar.
Bir başka deyişle, Batı'nın Aydınlanma ve Endüstrileşme
süreçlerini başlatan büyük ivme, Amerika'nın keşfiyle başladı. Osmanlı'nın bu
sürecin dışında kalması onun nihai olarak çöküşünü hazırladı.
Osmanlı'nın Değişmezliğe Dönük Yapısı, Onun, Yeniliklere
Uyum Sağlamak Yerine Yozlaşmasına, Sistemin Çökmesine Yol Açtı
Osmanlı'nın çöküşünün ikinci temel nedeni, iç yapısından
kaynaklanır:
Osmanlı devlet yapısı, ekonomisi ve siyaseti "değişmezlik"
üzerine kuruludur.
Toprak mülkiyeti Padişah'ındır (devletindir).
Bireylerin iktidara ortak olmalarını güçlendirecek özel
toprak mülkiyeti yoktur, derebeylik, ancak gerileme döneminde ortaya çıkmıştır.
Bu da bir değişimi değil, bir yozlaşmayı yansıtır.
İktidara ortak olmaya giden bir başka yol olan ticaret,
Müslümanların değil, Hıristiyanların denetimindedir; zenginlik yoluyla iktidara
ortak olma ve değişmeyi sağlama kanalları Müslümanlara kapalıdır.
Merkezdeki vurucu güç olan ve iktidara ortak olabilecek nitelik
taşıyan ordu, Hıristiyan çocuklarından devşirme sistemiyle oluşturulan
yeniçerilere dayandırılmış, bu niteliğiyle dinsel-geleneksel bir toplumda
iktidara katılmasının yolları tıkanmıştır.
Yeniçeriler, sadece iktidar içi saray entrikalarında rol
oynamışlar, bu da iktidarın değişime ayak uydurmasından çok, yozlaşmasına yol
açmıştır.
İktidara ortak olmanın bir başka yolunu kullanabilme
olanağına sahip bulunan Müslüman ordu, Sipahiler, tımar sistemiyle mülkiyetten
yoksun bırakılmış, ayrıca Anadolu'da dağınık biçimde tutularak bir değişim
odağı olması önlenmiştir.
Bu nedenle Anadolu'daki her türlü ayaklanma değişmeye değil,
yozlaşmaya yol açmıştır.
Sonuç olarak Fatih Sultan Mehmet'in değişmezlik ilkesi
üzerine kurmuş olduğu Osmanlı yapısı, değişme baskıları karşısında bu baskıları
akılcı bir biçimde karşılayamamış, değişen dünyaya ayak uyduramamış, sistem
olumlu yönde değişmek yerine, yozlaşmıştır.
Çöküşü Hızlandıran Öğeler: Kapitülasyonlar ve Milliyetçilik
Akımları
Sevgili okurlarım, "resmi tarih"in çok irdelediği
ama en azından bir açıdan yetersiz kaldığı kapitülasyonlar tarihimizin en
önemli öğelerinden biridir.
"Resmi tarih" esas olarak kapitülasyonların,
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Hıristiyan Dünyası'nı bölmek için, Almanlara
karşı, Fransızlara verilen ticaret ayrıcalıkları olduğunu söyler.
Oysa kapitülasyonlar daha önce başlamıştır.
Tarihle biraz daha ilgilenenler, Fatih Sultan Mehmet'in,
istanbul'u fethettikten sonra, Venedikliler'in ve Cenevizliler'in ticaret
ayrıcalıklarını kabul ettiğini ve kapitülasyonların bu tarihte başladığını
görür.
Oysa kapitülasyonlar çok daha eskidir; tarihleri Haçlı Seferleri'ne
dayanır.
Fernand Braudel'in ünlü “ II. Filip Döneminde Akdeniz ve
Akdeniz Dünyası “ adlı çalışmasını inceleyenler, kapitülasyonların, Haçlı
Seferleri'nin kalıntısı olduğunu açıkça görürler.
Haçlı Seferleri'nin kalıntılarının Doğu Akdeniz'de
oluşturdukları yerleşim birimleri, Batı Avrupa'daki akrabaları ve tanıdıkları
vasıtasıyla, Doğu-Batı ticaret yolu üzerinde önemli bir ilişki hattı oluşturur.
Ticaretin en önemli öğesi olan güvenli ilişki, ancak
Avrupalının Akdeniz'deki bu Haçlı kalıntılarının sayesinde kurulur.
Dolayısıyla kapitülasyonlar, Haçlı Seferleri'nden beri Doğu
Akdeniz'in bir parçasıdır.
Osmanlılar, Doğu Akdeniz'i denetlemeye başlayınca, bölgenin
ayrılmaz bir parçası olan kapitülasyonları da devralmışlardır.
İşte bu kapitülasyonlar, güçlü zamanlarında Osmanlıların
lehine işlev görürken, gerileme ve çöküş döneminde imparatorluğun yarı sömürge
olmasına kadar giden bir dış sömürünün aracı olmuşlardır.
Yabancı devletler çeşitli baskılarla, Osmanlı ekonomisini
bütünüyle denetim altına almışlar, bu da ülkenin ekonomik gelişmesini
engellemiştir.
Daha sonra alınan dış borçlar, yukardaki bölümlerde de
anlatıldığı gibi imparatorluğun iflasına neden olmuş, bu iflas ise onun tarih sahnesinden
silinmesine yol açmıştır.
Daha sonra, ekonomi alanındaki bu kapitülasyonların adalet
alanına da yaygınlatılması, Osmanlı Devleti'nin çökmesine hızlandıran olayların
başında gelir.
Çünkü adli kapitülasyonlar, devletin hukuksal bütünlüğünü
zedelemiş, yönetim ve adalet mekanizmalarına Batı ülkelerinin doğrudan
müdahalelerine yol açmıştır.
Osmanlı adalet sisteminin şeriata dayalı olması,
kapitülasyonların adalet mekanizmasına da yaygınlaştırılmasının altında yatan
ana nedendir (tabii asıl nedenin Osmanlı'nın güçsüzleşmesi olduğu unutulmamalıdır.)
Batılı devletler, kendi dindaşlarının islam hukukuna göre
yargılanmalarının haksızlık olduğu gerekçesiyle, imparatorluğun adalet düzenini
ve egemenliğini önemli ölçüde zedelemişlerdir.
Lozan'daki en önemli pürüzlerden birini oluşturan kapitülasyonlar,
ancak bu antlaşmanın imzasıyla kaldırılabilmiş, sonunda 1926'da Medeni Kanun'un
kabulüyle de ülkede laik ve demokratik bir hukuk sisteminin kurulması sağlanmıştır.
Kapitülasyonların adli alana da yaygınlaştırılması,
(Osmanlıyı denetlemek amacının yanında) hiç kuşkusuz Avrupa'da gelişen
"birey hukuku" anlayışının bir sonucu olarak da görülebilir.
Birey hukukunun gelişmesi ise Endüstri Devrimi'nden sonra
filizlenen Milliyetçilik Akımları'nın da ortaya çıkmasına yol açan değişmelerin
sonuçlarından biridir.
Milliyetçilik Akımları'nın gelişmesi ise Osmanlı
imparatorluğunun çöküşünü hızlandıran en önemli öğelerden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu çeşitli din, dil millet ve
kültürlerden oluşan bir din-tarım imparatorluğu idi.
Sevgili okurlarım, siz, televizyon ekranlarına kadar
yansıyan "Osmanlı emperyalist değildi" söylemlerine bakmayın, bütün
din-tarım imparatorlukları gibi Osmanlı da fethettiği yerleri sömürmek üzerine
kuruluydu.
Savaşlardan sonra yapılan antlaşmalardaki yıllık ödemeler,
Hıristiyanlardan adam başına alınan cizye adlı vergi hep bu emperyalizmin
göstergeleridir.
Ama Osmanlı, İngiliz ve Fransız emperyalizmlerine göre en
yumuşak, yerel halka ve yönetimlere en az müdahale eden bir yöntem uyguluyordu.
Alacağı haraç azalmasın diye, üretime ve yönetime hiç
müdahale etmiyor, yerel yöneticilerden birini halkın başına geçiriyor,
cizye'den dolayı da, kitleler halinde Müslüman olunmasını istemiyordu. (Yoksa şimdi
tüm Balkanlar Müslüman olacaktı.)
Dolayısıyla, Milliyetçilik Akımları gelişince, ilk ve en çok
etkilenen ve hemen dağılan imparatorluk da Osmanlı oldu.
İngiliz ve Fransız sömürgeciliklerinin İkinci Dünya Savaşı
sonrasına kadar sürdüğünü, 1950'lere 1960'lara kadar sarktığını anımsatırsam,
Osmanlı ile bu ülkeler arasındaki fark belirgin bir biçimde ortaya çıkar.
Osmanlı İmparatorluğu, Endüstri Devrimi'ni kaçırdığı için
Milliyetçilik Akımları dışardan, Avrupa'dan geldi.
Bu nedenle zaten Osmanlı'yı paylaşma planları yapan Avrupalı
devletlerin elinde büyük bir ideolojik silah haline dönüştü.
Klasik model, yerel Hıristiyan halkın ayaklanması, onu
bastırmak isteyen Osmanlı'ya Avrupalı devletlerin müdahalesi ve bir
uluslararası antlaşmayla bu yerel halka siyasal haklar verilmesi biçiminde işledi.
Yunan, Bulgar, Arnavut, Sırp milliyetçilikleri Balkanları
çok kısa sürede Osmanlı İmparatorluğumdan kopardı ve çöküşü gerçekleştirdi.
Tabii Milliyetçilik Akımları Ermenileri de etkiledi ve bu
etkileme, Birinci Dünya Savaşı'nda Ermenilerin Ruslar ve Fransızlarla birlikte
Türklere ve Kürtlere saldırmasıyla tam bir boğazlaşma sonucunu doğurdu. Aslında
Kurtuluş Savaşı sırasındaki muharebelerle sonuçlanan bu boğazlaşma ne yazık ki,
Ermenilerin çabalarıyla daha sonra hesaplaşmaya dönerek bugün de sürmektedir
.
Bu arada Türk milliyetçiliğinin de gelişmesi kaçınılmazdı.
Fakat ne yazık ki Türk milliyetçiliği, Osmanlı İmparatorluğumda
öncülük alamadı, Batı'da olduğu gibi bir din-tarım imparatorluğunu kendi
içinden gelen dinamikle çağdaş bir endüstri toplumuna dönüştüremedi.
Bu nedenle Türk milliyetçiliği, Kırım kökenli Gaspırah İsmail,
Azerbaycan kökenli Ahmet Agayef (sonradan Ağaoğlu) gibi Batı'da yetişmiş, Batı
düşüncesinden ve uygulamalarından etkilenmiş düşünürlerce, geç bir
milliyetçilik olarak gelişti.
Bir anlamda, Türk milliyetçiliği, Batı'dan gelen ve
Hıristiyanların imparatorluktan ayrılmasına yol açan Milliyetçilik Akımları
Osmanlı'yı parçaladıktan sonra gelişmiştir diyebiliriz.
Nitekim Osmanlı'nın, bütün öteki milliyetçiliklerle birlikte
Türk milliyetçiliğini de bastırmasının nedeni, farklı milliyetleri Osmanlı
kimliği altında birleştirmek istemiş olmasından kaynaklanır.
Osmanlı'daki Türk milliyetçiliği imparatorluk çöküp
dağılmaya başladıktan sonra, 1900'lerin birinci çeyreğinde Birinci Dünya Savaşı
öncesinde ve sırasında filizlenmeye başlar, ancak Cumhuriyet'in kuruluşuyla
resmen tanınır.
Bu süreç içinde, tarihin diyalektik mantığı açısından, Türk
milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında imparatorluktan ayrılan Hıristiyanların Milliyetçilik
Akımları'nın ve savaş sırasında büyük trajediler yaşanmasına yol açan Ermeni
milliyetçiliğinin de rolü olduğu muhakkaktır.
Sonuç olarak özetlersek, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı ne
Müslüman oluşundandır, ne de doğal sınırlarına ulaşmış bulunmasından.
Osmanlı İmparatorluğu Endüstrileşme Devrimi'ni kaçırmış
olduğu için çöktü.
Endüstrileşme Devrimi'ni kaçırmış olmasının nedeni ise
Amerika'nın keşfiyle Avrupa'da başlayan değişim sürecinin dışında kalmış
olmasıydı.
Amerika'nın keşfi ise, yine diyalektik olarak Fatih Sultan
Mehmet'in istanbul'u fethetmesiyle Osmanlı İmparatorluğu' nun Doğu-Batı ticaret
yollarına hâkim olması ve Batı'nın yeni yollar aramasının bir sonucudur.
Endüstri Devrimi'ni kaçıran Osmanlı, güçsüzleşmeye
başlayınca, değişmeye kapalı olan toplumsal, siyasal ve ekonomik yapısıyla bu
sürece uyum sağlayamamış, gerileme, çöküşe dönüşmüştür.
(Din burada işin içine girmiş, bütün toplumlardaki değişim dönemlerinde
yaptığı gibi, değişime karşı çıkmıştır; ama bu İslama özgü bir işlev değildir,
onun için belirleyici sayılamaz.)
Kapitülasyonlar ve Milliyetçilik Akımları bu çöküşü
hızlandıran öğelerdir.
Sonuç olarak, Osmanlı'nın çöküşünü ne İslam dinine, ne
İslamdan sapmaya ne de padişahların yozlaşmasına bağlamak olanaklıdır. Osmanlı,
tarihin acımasız diyalektiği çerçevesinde, egemen olduğu dünyanın sınırlarının
ve işleyiş mekanizmalarının değişmesi ve bu değişmeye ayak uyduramaması
sonucunda çökmüştür.
(Konumuzla doğrudan ilgili değil ama Amerika Birleşik
Devletleri'nin Bilişim Devrimi'ni yaşayan ve hızla yayılan ama Amerika'nın keşfinin
etkisine oranla etkileri çok daha küçük olan bugünkü değişim karşısında,
dünyadaki liderliğini yitirmemek için kullandığı çözümleme yöntemlerine,
kullandığı araçlara ve yaptıklarına bakarsanız, Osmanlı'nın çaresizliğini daha
iyi anlarsınız.)
Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.