Home » , , » İSLAMDA İLK LAİKLİK TOHUMLARINI TÜRKLER EKTİ

İSLAMDA İLK LAİKLİK TOHUMLARINI TÜRKLER EKTİ



İSLAMDA İLK LAİKLİK TOHUMLARINI TÜRKLER EKTİ

"Resmi tarih"in en taraflı baktığı alanların başında din ve milliyet konuları gelir.

Nasıl, Türklerin Müslümanlığı kabul etme süreci "resmi tarih" bakımından saptırılmış ya da bastırılmışsa, Türk Müslümanlığının Arap Müslümanlığından farkları ve Türklerin İslama yaptığı katkılar da aynı biçimde hemen hemen üzerinde hiç durulmamış konulardan biridir.

Çünkü bu konuda, din kisvesi altında toplumumuzu ve tarihimizi etkileyen Arap Emperyalizmi, Türk bilincini bile bastırmıştır.

Her semavi yani tek tanrılı din gibi, hatta onlardan daha ileri bir biçimde, Müslümanlık da siyasal olarak ortaya çıktı ve gelişti.

Sadece bir din olarak değil, aynı zamanda bir devlet düzeni olarak kuruldu.

Bu nedenle de İslam tarihi de bütün öteki dinlerin tarihleri gibi bir savaşlar tarihidir.

Tabii İslamın gelişmesi ve genişlemesi siyasal olarak pek çok kanlı olaya yol açmıştır.

O dönemde inanç ile siyaset arasında bir ayrım yapılmadığı için de bütün iktidar kavgaları din adına yapılmıştır.

Bizzat Hz. Muhammet'in komutasında yapılan savaşlar zaten okullarda okutulmaktadır. İslamın gelişmesi ve genişlemesi Hz. Muhammet'in ölümünden sonra da din ve mezhep ayrımlarının belirlediği kanlı suikastlar ve savaşlarla devam etmiştir.

Çok kısaca anımsarsak, sadece Müslümanların peygamberi değil İslam Devleti'nin kurucusu da olan Hz. Muhammet öldükten sonra yerine geçen dört halifeden üçü kanlı bir biçimde öldürülmüştür.

Hz. Ali'nin öldürülmesi ise, Müslümanlığın günümüze kadar gelen mezheplere bölünmesine yol açmıştır.

Nitekim dikkat edilirse, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş da bir inanç ve din savaşı olmaktan çok "Kim halife olacak" sorusuna yanıt arayan bir iktidar kavgasıdır.

KERBELA OLAYI VE MEZHEP KAVGALARI

Aynı biçimde Hz. Muhammet'in torunu ve Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin ve arkadaŞlarının, halifelik yolunda, Bağdat'ın yüz kilometre güneybatısında, Kerbela'da Hicri 61 yılının Aşure gününde (10 Muharrem-10 Ekim 680), Emevi Halifesi Yezid'in adamları tarafından katledilmeleri bugün bile Şii ve Alevi inançlarını ve günlük yaşamlarını etkileyen bir olaydır.

Zaten Hz. Hüseyin'in başsız cesedinin türbesinin bulunduğu Kerbela hep bir inanç merkezi niteliği taşımış, bu nedenle pek çok çatışmanın konusu olmuş, örneğin, 1801'de, Vehhabiler tarafından 12.000 kişilik bir orduyla işgal edilmiş ve 3000 kişi katledilmiştir.

Kerbela kenti bugün de Amerika'nın işgali altındaki Irak'ın en önemli siyasal merkezlerinden biri olma niteliğini korumaktadır.

(Kerbela olayının ayrıntıları için islam Ansiklopedisine bakılabilir.)

SELÇUKLU BEYİ TUĞRUL, HALİFE’NİN KORUYUCUSU OLUYOR

Daha sonra, temelinde iktidar kavgası yatan bu mezhep çatışmaları, İslam halifelerine de büyük zulümlerin yapılmasına yol açmış, sonunda Abbasi Halifesi Kaaim Biemrillah, Selçuklu Türkleri'nin yardımına sığınmıştır.

Bu olayın ilginç öyküsü şöyledir:

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 tarihinde güçlü bir orduyla Büveyhiler'in (Büveyhoğulları) elinde olan Bağdat önlerine gelir.

Büveyhoğulları'nm zulmünden bıkmış olan Halife Kaaim Biemrillah, bunu kendisi için bir kurtuluş sayar ve henüz kente girmemiş olan Tuğrul Bey adına hutbe okutur.

Bilindiği gibi adına hutbe okunması ve sikke kestirilmesi islam geleneğinde hükümdarlık, yani egemenlik simgeleridir.

Böylece, 15 Aralık 1055 tarihinde Halife'nin emri üzerine, Bağdat'taki cuma hutbesinde adı okunan Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Bağdat'ın yeni hâkimi olur.

İşte o gün, artık "dünyevi saltanat" Türklere geçiyor, halife sadece "uhrevi" temsilcilikle yetiniyordu.

Böylece İslamda, din işlerinin başkanı ile dünya işlerinin yani yönetimin başkanı ayrılmış oluyordu.

Bu ayrılık, tabii ki bugünün kavramlarıyla bir laiklik değildi ama din işleri ile dünya işlerinin ayrılması bakımından laiklik açısından atılmış çok önemli bir adımdı; bir anlamda İslamda laikliğin geleneksel temeli sayılabilirdi.

Bu adımı ve bu adıma dayalı temeli Türkler atmıştı.

GÖZLERİ OYULAN HALİFE

Abbasi Halifesi Kaaim Biemrillah, neden Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in dünyevi liderliğini kabul etmişti?

Bu sorunun yanıtı, Abbasiler'in son dönemindeki kanlı mezhep savaşlarında yatar.
Tabii mezhep savaşlarının temelinde de iktidar kavgası vardır.
İran kökenli bir Şii hanedanı olan Büveyhoğulları (Büveyhi-ler) 945 yılında Bağdat'ı fethetmişlerdi.

Bu fetih üzerine Halife Mustakfi, Büveyhoğulları'nın lideri, Bağdat Fatihi Ahmet'i emirülümera tayin etti.

Ama ne yazık ki bu tayin Mustakfi'nin korkunç sonunu değiştiremedi.

Emirülümera Ahmet, Bağdat'ın fethinden birkaç hafta sonra Halife Mustakfi'nin gözlerini oydurttu ve yerine, Abu Kasim al-Fazl'ı, al-Muti adıyla, halifelik tahtına geçirdi.

Bu tarihten sonra halifelik makamı artık Şii Büveyhoğulla-rı'nın elinde oyuncak oldu.

Fakat bütün din-tarım imparatorluklarının yazgısı olan kardeş kavgası, Büveyhoğulları'nı da yıktı:

Kardeşler arası taht kavgası, Tuğrul Bey'in Bağdat'a girdiği 1055 yılına kadar bölgeyi kana buladı ve hilafet makamı da, büyük zulüm görmüş bir biçimde bu olup bitenlerden nasibini almış olarak Türk Sultan'ı Tuğrul Bey'e sığındı.

Bu arada, Halifeye büyük zulüm yapmış olan Büveyhoğulla-rı'nın son temsilcisi olan Malik al-Rahim'in, Tuğrul Bey'in Bağdat'ı fethi üzerine hapse atıldığını ve burada öldüğünü belirtmeliyim.

Tuğrul Bey'in Bağdat hakimiyeti de çok uzun sürmemiş, onun kardeşiyle savaşmasını fırsat bilen Şii Fatimiler 1058 yılında Bağdat'ı ele geçirerek, hilafet makamını egemenlikleri altına almış ve Sünni-Şii çekişmesi çerçevesinde zulümlerine devam etmişlerdir.


(Burada çok kısa geçtiğim kanlı olaylar ve Halifeye yapılan zulüm hakkında ayrıntılı bilgi îslam Ansiklopedisinden alınabilir.)

LAİKLİK VE MÜSLÜMANLIK

Laiklik, esas olarak hiçbir semavi dinde yoktur.

Bütün semavi dinler, öteki dünya ile birlikte bu dünyayı da düzenleyici kurallar içerir.
Bunların bir bölümü doğrudan doğruya kutsal kitaplardan çıkarılırken, bir bölümü de peygamberlerin yaptıklarından ve söylediklerinden doğar.

Zamanla, din bilginlerinin, din başkanı olan devlet yöneticilerinin uygulama ve kararları da "din adına", "Allah adına" fetvalar biçiminde, kamu yaşamını da, özel yaşamı da düzenlemeye devam eder.

Papalık, bir teokratik devlet biçimidir.
Şeriata dayalı devlet de bir teokratik devlettir.

Her ikisinde de iktidar, Allah'ın iktidarı, ona karşı çıkanlar ise Şeytanın aldattığı sapıklar sayılır.

Bu durumda, iktidara "muhalefet" etmenin cezasının ne olduğu ya da ne olacağı bellidir:
Dinsize, münkire, kâfire, engizisyon ne ceza biçmişse, o: Yani işkence ve ölüm.

Yüzyıllar içinde papalığın egemenliğinden kurtulmaya çalışan imparatorların, kralların ve prenslerin mücadelesinde dökülen kanlar, insanlık tarihinin en utanç verici sayfalarını oluşturur.

Müslümanlıkta da, dört halifeden üçünün öldürülmesi ve özellikle Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çatışmadan sonra ortaya çıkan hizipleşmeler ve dökülen kanlar, aslında bir siyasal kavganın, bir iktidar çekişmesinin, dine yansımasıdır.

İşte bu ortam içinde X. yüzyıldan itibaren Türklerin Müslümanlığı kabul etmesiyle İslam tarihinde yepyeni bir sayfa açılmıştır.

Emevi ve Abbasi imparatorluklarının aksine, Selçuklular'da devlet başkanı, aynı zamanda halife yani dini lider değildir.

Devlet başkanının aynı zamanda dini lider olmayışı, din ve devlet işlerinin ayrımında, yani laiklik konusunda atılmış ilk adım, Türklerin tslam dinine getirdiği en önemli yenilik ve döneme göre ilk çağdaş değişikliktir.

Gerek Selçuklular, gerekse pek çok devlet kurumunu ve geleneğini Selçuklulardan devralan Osmanlılar, seri hukukun yanında bir de örfi hukuk alanı yaratmışlardır.

Örfi hukuk, seri hukukun yanında, çağın gereklerine uygun yönetim ilkelerini kapsar ve yine bugün kullandığımız anlamda olmasa bile laik alanın temellerini oluşturur.

LAİKLİK VE TÜRKLER

Cumhuriyet'i kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Müslüman bir toplumda, ilk kez laik düzene dayalı bir devlet yapısı kuruyorlardı.

Bir anlamda, Alman prenslerinin desteğiyle Hıristiyan toplumlarında gerçekleşen reformu, Atatürk ve arkadaşları Müslüman bir toplumda, aradan geçen beş yüzyılın deneyimlerinden de yararlanarak, daha net ve etkili bir biçimde yapıyordu.

Üstelik dinlerin kendi tarihleri bakımından, Müslümanlıktaki laiklik de, aynen Hıristiyanlıktaki tarihi andırıyor, Müslümanlığın kuruluşunun bin beş yüzüncü yıllarına rastlıyordu.

Böylece Tuğrul Bey ve Alparslan'la başlayan, Fatih Sultan Mehmet'le gelişen laikleşme süreci, Atatürk'le noktalanıyor ve Türklerin İslama evrensel katkısı olarak, dünya tarihindeki yerini alıyordu.

Tarihleri anımsayalım: Tuğrul Bey adına hutbenin okunması 1055, Malazgirt 1071, İstanbul'un fethi 1453, Cumhuriyet'in ilanı 1923'tür.

Yani Anadolu toprağında yaklaşık 1000 yıllık bir evrim süreci söz konusudur.

Hâlâ "Müslümanlık laikliğe uygun değildir" diyenler, sadece 1923'ten beri Türkiye Cumhuriyeti'nin yaşadığı deneyimi görmezden gelen ya da laik ve demokratik Cumhuriyeti reddedenler değil, Anadolu'nun bin yıllık tarihini de yadsıyanlardır.

Türkiye'de laiklikten geri dönüşün niçin olanaksız göründüğünü bilmem anlatabildim mi?

Bin yıllık bir gelişmeyi kim tersine çevirebilir ki?

Ama yine de biliyoruz ki, tarih boyunca, toplumları gidebileceklerinden daha geriye götürmeye çalışanlar hep var olmuştur.


Ne yazık ki tarihin sayfaları bu "geçmişi özleyenlerin" ve toplumları bu özlemleri doğrultusunda "zorlayanların" yarattığı kanlı sayfalar ve facialarla doludur.

Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek


Share this article :

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

 
Copyright © 2011. ATLAS . All Rights Reserved
Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
Template Modify by Creating Website. Inpire by Darkmatter Rockettheme Proudly powered by Blogger