Home » , , » TÜRK MÜSLÜMANLIĞI ARAP MÜSLÜMANLIĞINDAN FARKLIDIR

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI ARAP MÜSLÜMANLIĞINDAN FARKLIDIR


TÜRK MÜSLÜMANLIĞI ARAP MÜSLÜMANLIĞINDAN FARKLIDIR

 Burada önemle üzerinde durulması gereken bir başka olay, Türklerin islam anlayışlarının Horasan'dan çok etkilenmiş olmasıdır.

Türkler Müslüman olduktan sonra, Ahmet Yesevi'nin, Hacı Bektaşi Veli'nin ve tabii Mevlâna'nın ve Yunus'un hümanist yaklaşımlarından büyük ölçüde etkilenmişlerdir.

Bu nedenle Anadolu Müslümanlığı, Arap Müslümanlığından büyük ölçüde değişik ve çok daha hoşgörülü tonlar taşır.

Bu farklar Osmanlı döneminde bile zaman zaman kanlı çatışmalara yol açmıştır.

Unutulmamalı ki Orta Çağ, dinlerin ve mezheplerin günümüzde siyasal partilerin işlevine sahip olduğu dönemdir:

Halk genellikle yöneticisinin dinini ve mezhebini kabul eder, yöneticinin dini ya da mezhebi ise kendisini yenen ya da yöneten ülkenin dini ya da mezhebidir.

Bu nedenle aslında, tarımsal üretim nedeniyle bir servet olan toprağın zaptedilmesi ve korunması amacını taşıyan savaşlar, hep din ya da mezhep şemsiyesi altında yapılır.

Ama "resmi tarih" genellikle bunları da görmezden gelir.

OSMANLI DÖNEMİNDE ALEVİ-BEKTAŞİ KÜLTÜRÜ SÜREKLİ ZULME UĞRAMIŞTIR

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu ile sürekli bir rekabet içinde bulunan İran'ın ünlü İmparatoru Şah İsmail'in, Anadolu'ya yolladığı dervişlerle Aleviliği yaydığı ve bu mezhebin yayılmasını siyasal açıdan sakıncalı gören Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran'a kadar Alevi kellesi keserek yürüdüğü bilinir ama bu katliamı, müttefiki Kürt beyi İdris-i Bitlisi ile birlikte yaptığına değinilmez.

Celali İsyanları'nda mezhep kavgalarının önemi ve dolayısıyla Bektaşilerin rolü, ihmal edilen konulardan biridir.

Yine bu bağlamda, Kuyucu Murat Paşa'nın Celali İsyanları'nı bastırırken, kellelerini keserek kuyulara doldurduğu binlerce kişinin Alevi-Bektaşi olduğundan pek söz edilmez.

Mezhep savaşları Osmanlılar zamanında da kardeşi kardeşe kırdırarak imparatorluğun büyük ölçüde zayıflamasına yol açmıştır.

"Resmi tarih", Celali Isyanları'nın dinsel mezhepsel özellikleri üzerinde pek durmaz, bunları Osmanlıların yönetim zayıflığına bağlamayı tercih eder.

Tekrar edelim, dönem, mezheplerin ve dinlerin siyasal parti işlevi gördüğü dönemdir ve yönetime karşı başkaldıranlar, bunu, yönetimin sahip olduğundan farklı bir inanç ekseninde yaparlar.

Bu ne Anadolu'ya ne Osmanlı'ya özgü bir durumdur:

Endüstri Devrimi'ne kadar geçen dönemde, dünyadaki iç ve dış savaşların hemen hemen hepsi ya din ya da mezhep ekseninde beliren kutuplaşmaları yansıtır.

Çünkü o dönemin "siyaseti" din ve mezhep çizgisinde yapılanmaktadır.

Ne yazık ki bu olaylardan üç yüz-dört yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti'nde 1970'li yılların sonunda Kahramanmaraş, Malatya, Çorum gibi illerimizde halk yine mezhep ayrımcılığı ile kışkırtılmış, pek çok kişinin kanı akıtılmış, Sivas'ta 1993 yılında 33 aydın, dinciler tarafından "Allahsızlar" diye diri diri yakılmışlardır.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, Orta Çağ'da ve Yeni Çağ'da siyasetin bir örgütlenme biçimi olan mezhepler ve dinler, günümüzde fanatik dincilerin elinde inanca dayalı politikanın aracı olmayı sürdürmektedir.

Huntington gibi siyasal bilimciler günümüzdeki çatışmaları yeniden din eksenine oturtmak için çaba sarf ederken, küresel terör örgütü El-Kaide, eylemlerini radikal İslam adına yapmakta, Avrupa Birliği Anayasası tartışılırken Vatikan ve destekçileri bu Anayasa'ya "Hıristiyan değerlerini" sokmaya çalışmakta, Amerika Birleşik Devletleri dünyaya düzen verme projesinde "Ilımlı İslam" diye yine dine dayalı bir kavramı öne çıkarabilmektedir.


Zaten "tarihin çarpıtılmasına" yol açan en önemli öğelerden biri, günümüzde de geçerliliğini koruyan bu "dinci" ya da "mezhepçi" ideolojilerdir:
Bu ideolojilerin Doğu'daki, Batı'daki ve Türkiye'deki destekçileri, kendi tarihlerini de dünya tarihini de din ve mezhep gözlüğüyle çarpıtma çabasını sürekli olarak sürdürmekte, böylece kendi politikalarına destek üretmeye çalışmaktadır.

Uzun sözün kısası, bu kitabı kaleme almama neden olan tarihi çarpıtma çabaları ne Türkiye'ye özgüdür, ne de Müslümanlara.

Ne yazık ki, dinci ve milliyetçi çizgide yapılan tarihi saptırma çabalan bütün ülkelerde ve bütün uygarlıklarda görülür.

Bu konuda önemli olan, bir ülkenin ya da bir uygarlığın, bu saptırma çabalarına karşı olabildiğince bilimsel ve nesnel yaklaşımları da üretip üretemediği, böyle yaklaşımları da tartışıp tartışmadığıdır.

YENİÇERİLERİN BEKTAŞİLİĞİ; OSMANLI’NIN DEHASI

Yine "resmi tarih” 'in görmezden geldiği bir mezhep çatışması, 1826 yılında II. Mahmut'un yeniçerileri ortadan kaldırması sırasında yaşanır:

Katledilme korkusuyla Bektaşi tekkelerine sığınan yeniçeriler bu tekkeler basılarak öldürülür; tekkeler kapatılır, Bektaşi babaları sürülür.

Bu arada II. Mahmut, Hacı Bektaş'taki Bektaşi dedesini azleder ve yerine bir Nakşibendi Şeyhini tayin eder; dergâhın içine de bir cami yaptırır.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu döneminde Alevi-Bektaşi cemaati bir kez daha zulme uğrar, ama "resmi tarih" bunu da görmezden gelmiştir.

Aslında bu noktada bir an durarak, Bektaşilik ile yeniçerilik üzerinde düşünmek gerekir:

Bilindiği gibi Bektaşilik, İslam tarikatları arasında en hoşgörülü olanıdır.
Bektaşi fıkralarında Allah ve Peygamber bile zaman zaman eleştirilir.
Böylece Bektaşilik, İslamın hem hoşgörüsünü hem de eleştiriye dönük yüzünü yansıtır.
İşte Ortodoks tebaadan devşirilmiş çocuklardan oluşturulan yeniçerilerin Bektaşi olmaları, bu açıdan bence Osmanlı'nın dehasını yansıtan öğelerden biridir:

Sonradan İslamlaştırılan bu çocuklar, en eleştirel tarikatın üyeleri yapılıyor.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Bektaşi geleneğinde, Horasanlı Gazi Dervişler'in Anadolu'yu fethedişleri de vardır ve bu gelenek "diyarı Küffara" (yani Hıristiyan diyarlara) yapılan seferlerde aynı ruhun Bektaşi dedelerince yansıtılması ve ordunun kahramanca savaşması sonucunu doğurur.

Bunun en güzel örneklerinden biri şu anda Budapeşte'de bulunan Gül Baba türbesidir.
Gül Baba, çeşitli seferlerde kahramanlıklar göstermiş, en sonunda Kanuni Sultan Süleyman ile Macaristan seferine katılmış ve Budin Kalesi önünde ölmüş bir Bektaşi dedesidir ve türbesi bugün Budapeşte'nin turistler tarafından en çok ziyaret edilen tarihsel anıtlarından biridir.

Ne yazıktır ki, Osmanlı'nın bu dahice uygulaması, yeniçerilerin yozlaşması sonunda ortadan kaldırılmalarıyla bir kez daha Bektaşilerin zulme uğramasına yol açmıştır.

XIX. YÜZYILDAKİ VEHHABİ AYAKLANMASI

"Resmi tarih"te üzerinde yeterince durulmayan ve âdeta örtbas edilen bir olay da XIX. yüzyıldaki Vehhabi ayaklanmasıdır.

Aslında günümüzde sahip oldukları petrol zenginliği bakımından dünya politikasını önemli ölçüde etkileyen Arap Müslümanlığı ile Anadolu Müslümanlığı arasındaki çatışma daha Osmanlı döneminde açık çatışmalara dönüşmüştü.

XIX. yüzyılda Osmanldara karşı ayaklanan Vehhabiler Mekke ve Medine'yi ele geçirmiş ve Osmanlılara Hac yolunu kapatmışlardı.

Bu sırada çok zayıflamış olan Osmanlıların bu isyanla başa çıkacak güçleri yoktu.
Padişah II. Mahmut, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'dan yardım istemişti.
Mehmet Ali Paşa'nın oğlu ibrahim Paşa, 1818'de Vehhabileri yenerek liderleri Abdullah bin Suud'u yakalamış ve İstanbul'a yollamıştı.
Abdullah burada idam edildi ve Hac yolu yeniden açıldı.

En sonunda ise Birinci Dünya Savaşı'nda Araplarca arkadan vurularak yenilen Osmanlılar, Hicaz'dan çekilince İngilizlerin yardımıyla yine Vehhabiler ve liderleri Suud Ailesi bölgeye egemen oldu, bugünkü Suudi Arabistan kuruldu.

Müslümanlık adına saptırılan "resmi tarih", bütün "Müslümanlar arası çatışmalar" gibi bu olayların da üzerinde fazla durmaz, hatta bunları örtbas etmeye çalışır.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA HALİFENİN CİHAT ÇAĞRISI VE ARAPLAR

Anadolu Müslümanlığı ya da Türk Müslümanlığı ile Arap Müslümanlığı arasındaki temel farkların siyasal kaynaklı olduğunu görmezden gelmek olanaksızdır.

Örneğin, Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'na girince, Padişah, yani Halife-Sultan Mehmet Reşat 11 Kasım 1914 tarihinde bir "Cihad-ı Ekber" (Büyük Cihad) ilan etmiştir.

Buna göre bütün Müslümanların Osmanlıların yanında savaşa girmeleri gerekmektedir.

Osmanlılar, Hıristiyan devletlere karşı savaştıkları için, dinin mantığı açısından da geçerli bir çağrıdır bu.

Fakat Arap dindaşlarımız bu çağrıya sadece ilgisiz kalmakla yetinmez, ingilizlerle bir olup Osmanlı'ya karşı savaşırlar da.

Bir kez daha tarih tekrarlanmış, siyaset dini belirlemiştir.

Dürrizade, Mustafa Kemal ve Arkadaşlarını idama Mahkûm Ederken, Börekçizade Rıfat'la Alevi-Bektaşi Toplumu Kurtuluş Savaşı'nı Desteklemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde, bağımsızlık ateşiyle birlikte sadece Sünni Müslüman halkın desteği değil, Anadolu Müslümanlığının temel taşlarından olan Alevi-Bektaşi kültürü de yatar.

Bu anlamda Cumhuriyet'in ilanı, Anadolu Müslümanlığı ile Arap Müslümanlığı arasındaki farkı siyasal sisteme de taşımıştır diyebiliriz.

Laik Cumhuriyet'in temellerinde, toplumbilimsel olarak, sadece düşman işgaline karşı verilen savaş değil, aynı zamanda Halife'nin yani Padişah'ın karşı çıkmasına karşın Sünni-Hanefi din adamlarının ve halkın katılımıyla birlikte nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi toplumunun da desteği vardır.

Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi'nden sonra Ankara'ya giderken Hacı Bektaş'a da uğrar.
Burada Alevi Dedesi Cemalettin Çelebi ve Bektaşi Babası Niyazi Baba ile görüşür.
Bu görüşmede, kurtuluştan sonra kurulacak olan devletin rejiminin Cumhuriyet olacağı konusunda bir mutabakata varıldığı anılarda belirtilen hususlar arasındadır.

Daha sonra, Cemalettin Çelebi'nin ölümü üzerine liderliği üstlenen kardeşi Veliyyettin Çelebi tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya destek veren ünlü bildiri yayınlanır.

Bir yerinde açıkça "Mensubin-i Tarikat-i Bektaşiyye, (Bektaşi Tarikatına mensup olanlar) Türk olmakla beraber, Tarikat-i Nazenin'e (Bektaşi Tarikatına) mensub aşair (aşiretler. Burada Türk olmayan aşiretler, yani Kürtler ve öteki etnik gruplar kastediliyor) dahi Dergâh'a merbut (bağlı) bulunduklarından sevgili Anadolu'muzun düşman istilasına maruz kalmasına katiyyen tahammül edemezler. Bu maksadla herkes canlarıyla mallarıyla vatanlarını, istiklallerini muhafazaya ahd ve misak etmişlerdir (yemin ve ant etmişlerdir)," denilen bu beyanname, İstiklal Savaşı'mızın sahip olduğu toplumsal desteği vurgulaması bakımından da ilginçtir.

(Bu konuda Hülya Küçük'ün Toplumsal Tarih, sayı 97, yıl 2002 ss. 46-47'deki çalışmasına bakılabilir.)

Unutulmamalıdır ki, Bağımsızlık Savaşı'mız sırasında Vahdettin'in Şeyhülislam'ı Dürrizade Abdullah, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öldürülmelerinin din açısından "meşru ve farz" olduğuna ilişkin fetva vermiştir.

Buna karşılık Mustafa Kemal de Ankara Müftüsü Börekçizade Rifat Efendi ve elli kadar din bilgininden Kurtuluş Savaşı'nın desteklenmesi gerektiği konusunda bir karşı fetva almıştır.

Günün koşullan çerçevesinde, dini inançlar da kamuoyunu oluşturma açısından devreye girmiş, Mustafa Kemal, Sünni Müslümanlar ile Alevi-Bektaşi Müslümanları bağımsızlık hedefinde birleştirme başarısını göstermiştir.

Bu husus da "resmi tarih" tarafından pek üzerinde durulmayan konulardan biridir, çünkü Cumhuriyet'in ilanından sonra egemenliğin dinsel-geleneksel temelden, laik nitelikli halk egemenliği temeline kaydırılmış olması, Bağımsızlık Savaşı'mızda dinsel öğelerin oynadığı rolün derinliğine irdelenmesini engellemiştir.

DİN VE MEZHEPLERLE İKTİDAR İLİŞKİLERİ

Aslında herhangi bir dine ya da mezhebe haksızlık etmemek için son bir nokta olarak dinler ve mezhepler ile iktidar arasındaki ilişkilere de değinmek gerekmektedir.

Hangi din ya da mezhep daha baskıcı, hangisi daha demokratiktir?

Bu sorunun yanıtı, bir dinin ya da mezhebin genel ilkelerine göre verilemez.
Peki neye göre verilebilir?

O din ya da mezhep adına yapılan uygulamalara göre hükmü TARİH verir.

Bu uygulamaların ardında yatan temel belirleyici ise, Allah'ın emirleri, peygamberin yaptıkları ve söyledikleri ya da kurucu imamın koyduğu ilkeler değil, o dini ya da mezhebi, dönemin gereği olarak, siyasal iktidarının ideolojisi işleviyle kullananların yaptıklarıdır.

Tarihsel açıdan bakıldığında herhangi bir din ya da mezhep, iktidarın ideolojisi olduğunda, kaçınılmaz olarak baskı için kullanılıyor ve zulüm aracı haline geliyor.

Buna karşılık, bir din ya da mezhep muhalefette kaldığında, yine kaçınılmaz olarak direnisin, özgürlük ve bağımsızlık isteklerinin kaynağı oluyor.

Bu durum doğrudan doğruya, din-tarım imparatorluklarının siyasal işlevleriyle bağlantılıdır. 

Prof. Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek


Share this article :

0 yorum:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

 
Copyright © 2011. ATLAS . All Rights Reserved
Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
Template Modify by Creating Website. Inpire by Darkmatter Rockettheme Proudly powered by Blogger